KAVRUN AJANS
REİSİN KÖŞESİ
KAVRUN RESiM -YENİ
ÇAKUT-20-YAŞINDA
AŞAĞI KAVRUN RESİM
HENUKiDEN ŞiiRLER
KAVRUN VİDEOLARI
AYDER RESİM YENİ
AYKIRININ OBJEKTİFİ
KAÇKAR RESiM-YENİ
ÇAKUT RESiMLERi
AMLAKİT RESİM-YENİ
ÇAMLIHEMŞİN-RESİM
SÜLEYMAN ALBAY
MEKONUN RESİMLERİ
HASAN ÖNDER-RESİM
HEMŞİN YAYLALARI
08-03-2008-AMLAKİT
YÖREMDEN FIKRA
ZiYARETÇi DEFTERi
İBİLİDEN ÇAKUT
ŞAİR YAŞAR ÇELİK
SİZDEN-BİZDEN
MAZİDEKİ RESİM-YENİ
MİSAFİR FOTOLAR
YÖREMDEN MANZARA
TULUM ÜSTADLARI
UNDEN BUNDEN
ESKİ DÜĞÜNLERİMİZ
GİDİ ESKİ GÜNLER
GÜZEL GECELERİMİZ
MİSAFİR VİDEO -
AMLAKİT VİDEOLARI
YÖREMİZDEN MÜZİK
ÇAMLIHEMŞİN VİDEO
ÇAMLIHEMŞİN SLAYT
HALA-ÇUKLANUT
KAÇKAR VİDEOLARI
ELEVİT VİDEOLARI
POKUT VİDEOLARI
PALOVİT VİDEOLARI
SAMİSTAL VİDEOLARI
HAZİNDAĞ VİDEOLARI
AYDER VİDEOLARI
AYDER SLAYTLARI
KAVRUN SLAYTLARI
AMLAKİT SLAYTLARI
ÇAKUT VİDEOLARDA
YAŞAR ÇELİK VİDEO
REİSİN VİDEOLARI
SALİH GÜLAS VİDEO
YÖREMİZDEN SLAYT
ELEVİT VARTOVOR
AMLAKİT VARTOVORU
KAVRUN VARTOVOR
PEHLÜL MEHMET
FOTO EYÜPHAN
YALÇIN ŞAHİN VİDEO
KARMATE
GÖKHAN BİRBEN
BEHÇET GÜLAS
FATİH REYHAN
SELİM GÜLAY
HÜSEYİN ALTAY
UĞUR YAZICI
BÜLENT BEKAR
DİNDAR GÜNER
MAHMUT TURAN
GARİPİN TORNU TAHİR
BAY ALİ YILMAZ
ÖZBAY DEMİRCİLER
HÜSEYİN REYHAN
REMZİ BEKAR
ERCAN BEKAR
İŞTE ÖYLE BİŞE
ÇOK İLGİNÇ
=> ÇOK İLGİNÇ HİKAYELER-1-
=> ÇOK İLGİNÇ HİKAYELER
=> ÇOK İLGİNÇ HİKAYELER-3
BEL ALTI FIKRA
KAVRUN AJANS GÜNCEL
 

ÇOK İLGİNÇ HİKAYELER


Seni Seviyorum
 
21 senelik evlilikten sonra "aşk ışıltısını" canlı tutmanın
yeni bir yolunu buldum. Bir süre önce, başka bir kadınla çıkmaya başladım ve bu aslında eşimin fikriydi.
Bir gün eşim, beni çok şaşırtarak:
"Biliyorum ki onu seviyorsun" dedi.
" Ona da zaman ayırman gerekiyor"
Karımın, ziyaret etmemi istediği "öbür kadın"
19 yıldır dul olan annemdi. İşimin yoğunluğu ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim.
Endişelendi ve hemen;
"İyi misin, her şey yolunda mı?" diye sordu.
Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü bir anlamı olacağından şüphelenen tipte kadınlardandı.
"Seninle beraber ikimiz biraz zaman geçirmemizin güzel olacağını düşündüm." diye cevapladım.
"Sadece ikimiz mi?"
Biraz düşündü ve "Çok isterim" diye cevap verdi.
O Cuma,iş çıkışı onu almaya giderken kendimi biraz gergin hissediyordum. Eve vardığımda fark ettim ki o da, randevumuzdan ötürü hafif gergin görünüyordu. Kapısının önünde, paltosunu çoktan
giymiş bir şekilde bekliyordu. Saçlarını yaptırmıştı ve üzerinde babamla kutladıkları son evlilik yıldönümlerinde giydiği elbise vardı.
Bana melekler kadar ışıltılı bir yüzle gülümsedi. Arabaya bindiğimizde;
"Arkadaşlarıma oğlumla dışarı çıkacağımı söyledim ve gerçekten
çok etkilendiler" dedi.
"Randevumuzun nasıl geçtiğini duymak için sabırsızlanıyorlar."
Gittiğimiz restorant, çok şık olmasa da sevimli,sıcak ve servisin kaliteli olduğu bir mekândı.Annemse, bir kraliçe edasıyla koluma girdi.
Yerimize oturduktan sonra ona menüyü okumam gerekmişti, çünkü küçük yazıları göremiyordu. Ben daha menünün ortalarındayken annemin nemli gözlerle ve nostaljik bir gülüşle bana bakmakta olduğunu fark ettim:
"Eskiden, sen küçükken, menüleri okuyan bendim, sense meraklı bakışlarla beni dinlerdin" dedi.
Ben de gülümsedim;
"O zaman, şimdi senin rahat rahat oturma sıran ve ben de okuyarak borcumu ödeyebilirim" dedim.
Yemek boyunca muhabbetimiz çok güzeldi, sıra dışı hiçbir şey olmadı ama eskilerden ve hayatlarımızdaki yeniliklerden bahsederek kaybettiğimiz zamanın birazını telâfi etmeye çalıştık. O kadar çok konuştuk ve eğlendik ki film saatini kaçırdık. Akşam annemi bırakırken;
"Seninle tekrar çıkmak isterim ama ancak bu sefer benim seni davet etmeme izin verirsen" dedi ve bir akşam tekrar buluşmakta karar kıldık
Eve geldiğimde eşim yemeğin nasıl geçtiğini sordu:
"Çok güzeldi" dedim "Düşünebileceğimin çok üstündeydi"
Birkaç gün sonra annem aniden ciddi bir kalp krizi sonucu vefat etti. Bu, o kadar âni gerçekleşmişti ki onun için bir şey daha yapma şansım olmamıştı.
Birkaç zaman sonra evime, annemle yemek yediğimiz restorantdan, ödenmiş iki kişilik bir yemek faturası ve üzerine iliştirilmiş bir not yollandı:
"Oğlum, bu faturayı önceden ödedim, çünkü seninle kararlaştırdığımız randevu gününe gelemeyeceğimden neredeyse yüzde yüz emindim. Yine de iki kişilik bir yemek ayarladım çünkü bu sefer eşinle beraber
gitmenizi istiyorum. Seninle olan o günkü randevumuzun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin. Seni Seviyorum."
O esnada, "Seni Seviyorum" demenin ve hayatta değer verdiğimiz insanlara hak ettikleri zamanı ayırmanın önemini anladım. Hayatta hiçbir şey ailenizden daha önemli değildir. Onlara hakları olan
zamanı ve ilgiyi verin çünkü böyle şeyleri erteleyebileceğiniz "başka bir zaman" ı her istediğinizde yakalayamayabilirsiniz...

Bir Eski Dost
 
Babam askeri personel olduğundan sık sık yer değiştiriyorduk.Her gittiğimiz yeni yere alışmak hepimizi yoruyordu.İşte yine yeni bir yere gelmiştik.Allahtan okulumuz bitmişti ve öyle gelmiştik.Şirin bir mahalleydi burası,evler müstakil ve bahçeli, sokağın sonunda bir çocuk parkı vardı,belediye tarafından yaptırılan salıncak,kaydırak ve tahtaravalli kopmuş veya iyice yıpranmıştı,kalan demirlerinde mahallenin çocukları kendilerine göre eğleniyorlardı.Sabah kahvaltımı yapmış,annemin öğleden sonra gelecek misafirleri için siparişlerini almış ve temizlik yapacağım bahanesi ile kapı dişarı edilmiştim evden.Bir süre bahçe kapısından sokağı izledim.Parkta yine bir sürü çocuk gürültülü biçimde oynuyordu.İlk okulu bitirmiş orta okula gidecektim artık.Kimseyi tanımıyordum,oysa annem çık bak bir sürü çocuk var oynarsın onlarla demişti.Nasıl tanışacaktım ki onlarla,mutlaka kavga ile olacaktı bu.Çok sık yer değiştirdiğimizden sokak kavgalarına alışkındım artık. Haydi bakalım diyerek parkın yolunu tuttum,topumu da götürüyordum,belki maç bahanesi ile tanışacaktık çocuklarla.Çocuklar beni görünce garipsediler önce,aralarında fısıldaştılar,salıncak demirinin en üstüne çıkmış iri bir çocuk çevik bir hareketle atladı yere,yanıma gelerek,hoş geldin mahallemize dedi gülerek,ben mustafa,herkes bana ayı mustafa da der ama,senin böyle demeni tavsiye etmem,Gülümsedim içimden açık sözlü bir çocuktu bu,sonra diğerlerini de çağırdı,teker teker tanıştık onlarla da,çocukların lideriydi adeta mıstık,tüm çocuklar onun sözünden çıkmıyordu,genelde oyunları o kuruyordu ve bozuyordu. Ben de fena sayılmazdım,spora yatkındım,mıstığın yaptığı en zor hareketleri ben de yapabiliyordum,o nedenle mıstıkla çok iyi bir arkadaşlığımız başladı,ikimizde liderdik mahallede.O yaz mükemmel geçti benim için,bu arada orta okula da yazılmıştık, hatta mıstıkla aynı sınıfta okuyacaktık.Ailelerimiz de çok iyi anlaşmıştı.Bazen yemekleri filan beraber yerdik onunla.Çok ilginç bir insandı o,bazen odasında kaplumbağa yavruları,bazen sapanla kanadını kırdığı sonrada iyileştirmek için çabaladığı kuşlar,bir akvaryumda dereden yakaladığı balıklar ve kurbağa yavruları.Bir ipe sakız bağlayıp yer altında yaşayan örümcekleri yakalamayı mıstıktan öğrenmiştim.
Okulların açılmasına bir hafta filan vardı,biz bir akşam vakti yine parkta toplanmış mıstığın öğreteceği zor hareketleri yapmaya çalışıyorduk.Bir çocuk atladı ortaya,ya bakın haydi güreş yapalım bu defa,hatta sen mıstıkla güreş,eminim onu yenebilirsin sen.Çünkü bu güne kadar onu kimse yenemedi.Yüzüm aydınlandı birden,çocukalr bana bu kadar güveniyorlardı. Heyecanlandım,ayrıca gururum da okşanmıştı.Pehlivan edasıyla gömleğimi çıkardım ortaya yürüdüm,olur dedim,neden olmasın? Mıstık yüzünü buruşturdu,hayır dedi,ben seninle güreşmem,"neden dedim? Alt tarafı bir güreş,haydi şu çocuklara gösterelim" yine hayır dedi,seninle güreşmek istemiyorum,içimden belki yenileceğinden korkuyor diye bir his geçti,bu düşünce beni daha da azdırdı,haydi dedim yoksa çocuklar senin korktuğunu snacak.
Pekala dedi,haydi o zaman başlayalım.Güreşimiz yarım saat kadar sürdü,yenişemedik,mıstık boy ve cüsse olarak benden çok iri olmasına rağmen beni yenemedi,birden ayağa kalktı sinirliydi,bu kadar yeter dedi,ben eve gidiyorum.
Ağır adımlarla giderken arkasını dönmeden"Arkadaşların birbirlerine,hele başkalarına kanıtlayacakları üstünlükleri yoktur" dedi.Buz gibi oldum o an,anlamıştım,mıstık beni bilerek yenmemişti.Ağlamaklı oldum,ağlayamadım.
Orta ikiyi bitirdiğimiz yıl yeni bir yere taşındık.Ama sık sık mektup yazıyorduk.Gerçi hep ben yazardım,mıstık pek yazmayı sevmezdi,bahanesi de "yüzünü göremedikten,karşılıklı oturup konuşamadıktan sonra yazmak saçma geliyor" olurdu.
Lise sona giderken okul takımında oynuyordum.Liseler arası futbol turnuvasında finale çıkmıştık.İlk yarıyı 1-0 yenik kapamıştık.Soyunma odalarına giderken,birden onu gördüm.Mıstık gelmişti.Uzamış,baya irileşmişti.Yüzünde hala o kocaman gülümsemesi duruyordu.Hasretle kucaklaştık,konuştuk,İkinci devrede bir gol atarak beraberliği sağlamış,penaltılarda elenmiştik.sahadan ayrılırken çok yorgundum,üzgündüm, mıstık geldi kucaklayarak havaya kaldırdı."Boş ver dedi,sen elinden geleni yaptın,bu önemli"
Yıllar yılı kovaladı,üniversite yılları,yeni arkadaşlıklar,mıstıkla pek haberleşemiyorduk,en son düğününde gördüm onu, eşi de onun gibi iri yarı neşeli bir kızdı,seneden seneye telefonla filan görüşüyorduk artık,ben de öğretmen olarak anadolu köylerine yol almıştım.Dün okul bahçesinde birbiri ile kavga eden iki çocuğu karşıma alarak dedim ki,
"Arkadaşların birbirlerine,hele başkalarına kanıtlayacakları bir şeyleri yoktur."
Mıstık benim en iyi arkadaşımdı,şimdi nerede mi? Bilmiyorum desem yalan olurmu?

Papatya ve Kelebek
 
Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.
Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini,ne yapacağını bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.
"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.".
Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve "Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.
Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş.
Papatya da kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.Duygularının karşılığının olmayacağından,bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.
Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya dönmüş ve;
"Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş.
"Neden" demiş.
"Yoksa benim yanımda mutsuz musun?".
"Hayır" demiş kelebek.
"Bilakis,sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."
Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Seni seviyorum"
diyebilmiş ancak.
Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.
İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,sonra da dökülmeye başlamış. Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.
İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu?"...

Kapı
 
Julia Dixon, kazayla anahtarını evde unutmuş ve sokakta kaldığı sırada
postacı ona doğru yaklaştı.?
-Bayan Dixon! Üzgün görünüyorsunuz, bir sorun mu var?
-Ne yapacağımı bilmiyorum. Kapıda kaldım. Anahtar evde ve yedeğini bıraktığım komşum şehir dışında. Kocamda anahtar var, fakat o da şehir merkezinde bir
otelde konferansa katıldı.Ona ulaşabileceğimi sanmıyorum. Eve nasıl gireceğim??
Postacı kadını sakinleştirmeye çalıştı ve ona bir çilingir çağırmasını
tavsiye etti.
-Sanırım yapabileceğim tek şey bu, fakat doğruyu söylemek gerekirse, çilingirler dünya kadar para alıyorlar.Oysa şu anda üzerimde bir kuruş bile yok.? Postacı kadının derdine ortak oldu. Kadının başka çaresi yoktu.?
-Gitmem gerekiyor, buyrun mektubunuzu. Kim bilir,içinde belki sizi neşelendirecek güzel haberler vardır.? Julia zarflara baktı. Kardeşi Jonathan'dan bir mektup vardı. Geçen hafta onları ziyaret etmiş ve birkaç gün kalmıştı. ? Neden bu kadar çabuk mektup yazdı acaba?? diye mırıldandı Julia. Zarfı yırtıp açtığında, avucuna bir anahtar düştü. Mektupta şunlar yazılıydı :
-Sevgili Julia. Geçen hafta sizde kalırken, siz alışverişe gittiğinizde kazayla kapıda kaldım. Komşunuzdan yedeğini istedim ama geri vermeyi unuttum. Bu mektupta onu da gönderiyorum.?
Kapalı bir kapıyla yüz yüze gelmiş ve kendinizi ümitsiz hissediyorsanız, bilin ki tüm kapılar zamanı gelince içeri girmeniz için ardına kadar açılacaktır.

Doğumgünü Hediyesi
 
Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan
fırıncı,
"Biraz bekleyeceksin hocam," dedi. "İki-üç dakikaya kadar
çıkartıyorum."

Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir
adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir
madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selam verdikten
sonra, fırıncının tezgahına yaklaşarak,
"Ekmeklerimi alayım," dedi.
"Benim ikizler acıkmıştır."

Fırıncı, adamın kendesine uzattığı torbayı alarak tezgahın altına
eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden dört-beş
tane çıkardı.

Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgahın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu.

Fısıltı şeklinde fırıncıya sordum.
Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak ya!..

"Bayat ekmekleri kendisi istiyor." dedi fırıncı. "Çok fakir
olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum."

"Kim bu adam?"diye sordum.

"Kore gazilerinden " dedi. "Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefat
edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hemde çok az bir maaşla."

Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufakda olsa bir şeyler yapmak istiyordum.

"Aradaki farkı ben vereyim," dedim. "Hiç olmazsa bugün taze ekmek
yesinler." Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz sonra da, fırından
yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk,
bayat ekmekleri de tezgahın altına koydu.

"Çok şanslısın hacı amca," dedi. Çocuklar için sana bugün pasta gibi
ekmek vereceğim."

Yaşlı adam, bir evlat sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne
bastırırken. "Allah, senden razı olsun evladım" dedi. "Bugün onların
doğum günü olduğunu nereden biliyordun?"

Elden Kaçan Mutluluklar
 
Günlerden bir gün evdeoturan çocuk evde oturmaktan çok sıkılmıştır ki telefonunu eline alıp herkese çağrı atmaya başlamıstır bu kadarı çocuğu tatmin etmemiiştir ki artık kafasından numaralar yazıp o numaralara çağrı atmaktadır çağrı attığı numaralardan biri arar ve yüksek bir sesle sorar:
- siz kimsiniz???
çocuk kısık bir ses tonuyla:
- kimi aramıstınız?
der.
- Bilmiyorum biraz önce bu numara bana çağrı attı tanıyamadığım için aramıstım
der. Çocuk ise:
- özürdilerim o bendim yanlıslıkla oldu
der ve teli kapatır. Tam o anda bir mesaj gelir:
- pardon kim oldunuzu öğrene bilirmiyim beni aramıssınızda
der. Çocuk sasırır ve tel numarasın gizler ve mesaj atan kisiyi arar alo diye bir ses duyar ve kaptır karşısındaki bir kız'dır çocuk kızın sesini çok beğenir ve mesaj atmaya karar verir mesaj su cümlerle baslar "iyi günler ben sizi okulun önünde gördüm ve beğendim sizde isterseniz sizle tanısmak istiyorum
der. Kız bu mesaja şaşırır ve cevap yazar
- Beğenmenize sevindim ama ben okulu bırakalı 2sene oldu
der ve
- Birisiyle karıstırdınız sanırım
diğerek msj son verir çocuk ne yapıcanı saşırır ve cevap verir
- bende sizi 2sene önce görmüstüm ama yeni telefon numaranızı yeni bulabildim
der ve ismini sorar kızdan cevap gelmemektedir çocuk merak eder ve msj çeker
- rahatsız olduysanız bir daha sj atmam lütfen msj cvp verin
peki çocuk niye bu yalanı söyleme gereğini duydunu düsünür bir cevap veremez ya kız güzel değilse ya özürlüyse diğe düsünürken uykuya dalar sabah kalktığında telefona bakar msj gelmemiştir kendi kendine söz verir birdaha kızı rahatsız etmeyecektir. Ama hala kullağında kızın o güzel sesi vardır birseyler çocuğu kıza doğru çekmektedir. Peki bu nedir aşk mı? Telefonu alır numaraları yazar ve siler bi an numarayı ezberlemiş olduğunun farkına varır ve güler neden allahım neden diye söylenirken bir mesaj gelir çocuğun suratında bir gülümseme olusur mesaj şu cümleyle başlar
- benim numaramı kimden ögrendiysen ismi ona sor
der ve
- yasınızı ve isminiz öğrenebilirmiyim?
der.Çocuk:
- ismim Onur yaşım ise 19
der
- sizin isminizi öğrenebilir miyim?
yine bekler bekler cevap gelmeyeceğini düsünürken oda ne cevap gelir
- ben nergis okulu bıraktım peki sen ne yaparsın ve benim numaramı nerden aldın?
diye sorar kız cevabın ne olucanı merak etmektedir cevap:
- ismini söylemeyeceğime söz verdim
der kız dan mesaj gelir
- ben yeni aldım sadece bu numarayı 3 kisi bilyordu babam annem ve kuzenim bilmekte sen nasıl öğrenebilirsin ki nasıl?
kızın merakı artar ve çocuga bulusmak istedini söyler çocuk severek kabul eder
- kadıköy mine kafede bulusalım
der ve altına ekler iyi geceler sabah oldunda çocuk hazırlanır kokular sıkar üstüne ve kafeye doğru yol alır kız kafede onu beklemektedir çocuk kafeye gelir ve kızı arar NEREDESİN çocuk heycanlıdır kızı görür ve yanına gider tanısırlar ve konusmaya başlarlar kız sorar:
- numaramı nerden buldun?
çocuk duymamazlıktan gelir kız tekrar aynı soruyu yöneltir
- numaramı nerden buldun??
- buldum iste
kız gülegüle diyerek kalkar çocuk telefon eline alır ve kıza mesaj atar
- başkasını yollamak yerine kendin gelseydin öğrenirdin
dedi bu mesajdan sonra kızda ufakda olsa bi pismanlık vardı
- bekle bekle geliyorum
diye mesaj yollasada çocuk beklemedi ve çıktı eve doğru yol almıstı kız kafeye geldi ve çocuk yoktu sadece masada su not vardı: - BİRŞEYLERİ NE KADAR ÇOK ELDE ETMEK İSTİYORSAN O KADAR BÜYÜK KUMAR OYNARSIN KAYBETTİN GÜZELİM...
kız sasırdı ve kaçırdığı ne olabilirdi kiz çocuğa günlerce mesaj attı ama çocuktan cevap gelmedi iki yıl sonra kız bu numaraya tekrar mesaj atar
- ARTIK NELER KAÇIRDIĞIMI BENDE BİLİYORUM GELECEĞİMİ VE MUTLULUĞU KAÇIRDIM PEKİ SEN MUTLUMUSUN?
cevap gelir:
- SEN NE KADAR MUTLUYSAN BENDE O KADAR MUTLUYUM

Karınca Tito
 
Hikayeye göre;İtalyan yazar Lucianno düşünce suçlusuydu.4 metre karelik
bir
hücreye mahkum oldu,hem de tam 17 sene için ! O kahrolası hücreye
yerleştiği birinci gün,her şey normaldi.Aradan birkaç hafta
geçti.Lucianno
düşünmeye başladı.Burada 17 sene nasıl geçer...
Aradan aylar geçti.Sanki her geçen gün biraz daha mahkum oluyordu
zavallı
hücresine.Bir sabah bir karıncanın burnunu ısırmasıyla uyandı
Lucianno.Onu
büyük bir titizlikle parmağının ucuna alıp 'acaba ' dedi. ! 'Acaba bu
karıncayı yetiştirip kendime bir dost yapabilir miyim? '
dedi.Kaybedecek
bir şeyi yoktu ve bu denemeye değerdi.Karıncayı yanı başında duran
küçük
sehpanın üzerine koydu.Karınca karıncalığını yapıp,kaçmaya çalıştıysa
da
Luci bırakmadı onu.Etrafını çevirerek karıncanın kaçmasına engel
oldu.Onunla konuşmaya ve onu eğitmeye kararlıydı.Başarabilirse
yalnızlığı
sona erecekti.Karınca ile tam üç sene uğraştı.Karşılıksız olsa da
konuştu
ve dertlerini anlattı ona.Birde isim taktı karıncaya.Tito...
Bir sabah Tito' sunun ona günaydın demesiyle uyandı Lucianno.Bu
duyabileceği en muhteşem sesti.Büyük bir heyecanla yatağından dışarıya
fırlayıp bağırmaya başladı:Konuştun,Tito sen konuştun.Nihayet
konuştun.Günaydın,günaydın,binlerce günaydın dostum...
Artık bir dostu vardı Lucianno'nun ve bunu hiç kimse
bilmiyordu.Tito'nun
varlığı yazarın en büyük sırrıydı.Kimse duymamalıydı.Gardiyan duymamalı
bu
rüya bitmemeliydi.Bu büyük dostluk tam 17 sene sürdü.Hiç kimse bilmedi
Tito'yu.Lucianno,Tito'ya tüm bildiklerini
öğretti.Konuşmayı,okumayı,yazmayı,dans etmeyi,şarkı söylemeyi,fikir
üretmeyi...Bildiği her şeyi öğretti.Kah ağladılar,kah güldüler...
Aradan tam 17 yıl geçti ve bir gün asık suratlı soğuk yüzlü gardiyan
demir
kapıyı araladı.Hazırlan yarın çıkıyorsun,dedi beton sesli
gardiyan.Gardiyan
gittikten sonra Lucianno ağlayarak karıncaya döndü. 'Bitti Tito.Bitti
büyük
dostum.Yarın çıkıyoruz,yarın özgürüz.' dedi.Tito'da ağladı.Yazar Titoya
sordu,'Söyle dostum yarın çıkar çıkmaz ilk ne yapalım ?'Tito:'Gidelim
bir
bara ve hayvan gibi içelim' dedi Gülüştüler.Sabaha kadar
uyumadılar.Hayal
kurup bu bu fare kapanından farksız, lavabolu dikdörtgenin ilk defa
tadını
çıkardılar.Bir anda sanki hücre genişlemiş gibiydi...
Sabahın ilk ışıklarıyla son kez açıldı demir kapı.Kapıdan çıkarken son
kez
geri döndü ve ranzasına baktı italyan yazar.Sadece şu iki kelimeydi
ağzından dökülen:'Vay be...'Dışarı çıktılar...
Tito Lucianno'nun omzundaydı.Sabahın körüydü ve mevsim kıştı.Kar lapa
lapa
yağıyordu.Lucianno bavulunu havaya fırlattı ve 'özgürlük' diye
bağırdı.Tito
da bağırdı.Yağan kar umurlarında değildi.Yürüdüler kara inat
yürüdüler.Özgürlük sıcaklığına kar mı dayanır kış mı...
Nihayet bir barın önüne geldiler.Tito sordu "Şimdi biz buraya
girebilecek
miyiz?" Avazı çıktığı kadar 'biz artık özgürüz 'diye bağırdı
Lucianno.İçeriye girdiler.İçeride sızmış kalmış üç beş adamla kasanın
başında uyuya kalan barmenden başka kimse yoktu.Bir masaya oturdular...
Bir ara Lucianoo'nun gözü masanın yanındaki aynaya ilişti.Hapisten
çıktığında yaptığı gibi yeniden mırıldandı 'vay be 'Saçları bembeyaz
olmuştu,yüzü buruş buruştu.Yaşlanmıştı Lucianno.Tebessümüne aradan
sızan
birkaç damla göz yaşı karıştı. !Barmen bize iki bira getir ' diyebildi
titrek bir sesle.Barmen yerinden fırlayıp biraları getirdi.Bir adamın
iki
tane bira istemesinin sebebini bilmiyordu.Bilmesi de
gerekmiyordu,bilmekte
istemiyordu zaten.Biraları bıraktı ve kuş tüyü kasasına geri döndü...
Lucianno omzundaki dostunu bardağın içine attı.İçtiler.Tito da
içti.İçtikçe
keyiflendiler.Bir ara Tito bardaktan fırlayıp masanın üzerinde dans
etmeye
başladı.Elini yüzüne koyup masanın üzerine yaslanmış olan Lucianno
büyük
bir gururla kendi yetiştirdiği dostunun dansını izledi.Bir an durdu ve
'ne
günlerdi be Tito ' dedi.Dertleştiler,biraz sonra yine dans etmeye
başladı
Tito...
Tito dans ediyor.Lucianno korkunç bir keyifle bu muazzam manzarayı
izliyordu.Bunu mutlaka birilerine anlatmalıydı.İyi bir şey yapmanın
belki
de en keyifli yanıydı onu biriyle paylaşmak.Ama Lucianno bu keyfi 17
sene
hiç yaşamamıştı...
Özgürlüğünün bu birinci gününde,yıllarca gizli tuttuğu bu büyük ve onur
verici sırrı birileriyle paylaşmalıydı.Etrafına baktı,barmenden başka
kimse
yoktu.'Barmen,barmen !'diye seslendi.Barmen yarı uykulu,Lucianno'nun
masasına geldi.Lucianno dans eden Tito'yu işaret ederek ,büyük bir
heyecanla 'Barmen şuna bir baksana,şuna bir bak...'dedi.Barmen sessizce
parmağını Tito'nun üzerine götürdü.'Çok af edersiniz beyefendi
!'diyerek
Tito'yu ezdi...
Lucianno için Tito,en büyük dosttu,17 yıllık emekti.Barmen içinse
öylesine
bir böcekti...

Yusuf
 
Onu ilk gördüğümde oldukça çirkin gelmişti gözüme.
Küçücük bir et yumağı gibiydi. Henüz birkaç haftalıktı.
Biraz büyüyüp palazlanınca bizim olacaktı.
Şimdi annesine ihtiyacı vardı. Babası ve annesi inanılmaz
güzellikte mavi tüylere sahiptiler. Ondan önceki yavru ise
müthiş bi eflatun renginde idi. Meraklanıyorduk. Acaba
bizim muhabbet kuşumuz ne renk olacaktı...
Karbeyazdı. Doğduğunda aylardan Ağustos'tu.
Bize geldiğinde ise Ekim. Eşime doğum günü
armağanıydı o. Oldum olası severdi kuşları.
Hemen kafeslerin en güzeli, yemlerin en kalitelisi
bulundu, alındı. Ben özgür bir ruhun hapsedilmesine
karşıydım hep. Bu, kuş bile olsa, salarım diyordum.
Salarsan ölür, kargalara yem olur. Hayatta kalması için
bu gerekli deyip ikna ettiler. Erkek dedi, bize onu
veren arkadaşımız bizde ona isimler aramaya başladık.
Her ismi söylüyor tepkisini bekliyorduk.
Karbeyazdı. Albino imiş cinsi. Pamuk dedik yok,
kardelen dedik yok. Yusuf dedi eşim. Tepki verdi.
Ben, olamaz derken yeniden ve yeniden.
Adı Yusuf oldu kuşumuzun. Koca Yusuf.
Bir kuşa verilecek en garip ad.
Aylar geçtikce onu konuşturmaya uğraştık durduk
Sonunda oldu. İlk sözü cici babacık, ardından
aşkım, canım ve şimdi hatırlayamadığım bir çoğu.
Bize öyle alışmıştı ki, cam açık bile olsa uçmaz
gezinirdi evde. O bizim akıllı kuşumuzdu.
İki yıl olmuştu evimize neşe katalı, bir gün ben
hamile olduğumu öğrendim. Her türlü riske karşı
onunla aynı ortamda bulunmamalıydım.
Anneme gönderdik içimiz acıyarak. Doğumdan
sonra ise dayım istedi onu. Dayım yalnız yaşardı.
Bana arkadaş olur. demişti. Öyle de oldu.
Kelimelerine bir de dayıcık eklenmisti şimdi.
Dayım mutlu, o mutlu Çınarcık'ta yaşıyorlardı.
Bir gün beni arayıp Yusuf ile marketten geldik dedi.
Hem kafes, hem alış-veriş zor değl mi dedim.
Ne kafesi Yusuf gömlek cebimde gittik geldik. Biz
aylardir böyle dolaşıyoruz. O benim oğlum dedi.
Mutlu olmuştum. Eşim de ben de oğlumuzun
doğumuyla pek aramaz olmustuk Yusuf'u.
O geceye kadar iyiydi herşey. O gece 03:02'ye kadar.
Açık olan pencereden kaçabilecekken buna
imkânı varken kaçmayan o kuş sarsıntı ile harabeye
dönen evde ölümü seçmişti yeni sahibi ile.
Bu cins kuşların depremi çok önceden hissettiklerini
öğrendim sonradan. Son görüşmemizde Dayım
Yusuf bugün deli gibi bir içeri bir dışarı uçup uçup
duruyor demişti. Anlamış sahibini uyarmak istemişti.
Ama kim depremi düşünüyordu ki, kimin aklina geliyordu.
Ve Yusuf gitmemişti, bırakmamıştı sahibini.
Koyun koyuna buldular onları sonra.
Dayım ve cebinde Yusuf.

Bilgelik
 
Ölmek üzere olan yaşlı bir baba, yatağının başına üç oğlunu çağırarak,
onlara vasiyette bulunur:

- Oğullarım, ben ölünce, birbirinize düşmemeniz için, size sahibi
olduğum
17 deveyi paylaştırmak istiyorum. Miras olarak develerin yarısını büyük
oğluma, üçte birini ortancaya, dokuzda birini ise küçük oğluma
bırakıyorum.

Babalarının ölümünden sonra, mirası babalarının vasiyeti uyarınca
paylaşmak üzere kardeşler bir araya gelirler. Fakat bir türlü işin
içinden
çıkamazlar. Mirası babalarının istediği gibi pay edemezler. Çünkü 17
sayısı ne 2'ye, ne 3'e, ne de 9'a bölünebilir.

"Bu işin üstesinden ancak köyün tecrübe ehli, yaşlı bilgesi gelir!"
diye
düşünüp, ona giderek, danışırlar. Bilge kişi :

- Benim bir devem var, onu da alıp, yeniden hesap yapın!" der. Bu
cömertliğe çok şaşıran oğullar, 18 deveyi pay etmeye girişirler. Önce
2'ye
bölerler, büyük oğul 9 develik payını alır. Sonra 3'e bölerler, çıkan 6
deveyi de ortanca oğul alır. Daha sonra 9'a böldüklerinde 2 deveyi de
küçük oğul alır. Ama, bütün develeri paylaştıktan sonra ortada fazladan
bir deve kalır yine. Oğullar bu duruma da bir çözüm getirmesi için
yaşlı
bilgeye başvururlar.

Bilge kişi güler ve:

- "İyi öyleyse!" der. "Sorun çözümlendiğine göre, ben de devemi geri
alayım."

Bilge kişi tıpkı bilgi gibi katalizör olarak olaya girer, çözümü
sağladıktan sonra olaydan çıkar. Sorunu çözmede insanlara yardımcı
olur,
ama kendinden de bir şey eksilmez. Özellikle sevgi ve bilgi verdikçe
azalmayan, daha da çok artan, tükenmez bir özelliğe ve güzelliğe
sahiptir.
İşte bilgelik ve bilge kişi budur.

 
Yaşadığınız hergün Özeldir!
 
 
 
Eniştem; kızkardeşimin tuvaletinin en alt gözünü açtı ve
ince kağıda sarılmış bir paket çıkardı. "Bu" dedi, "sıradan
bir çamaşır değil." Kağıdı açtı ve çamaşırı bana uzattı.
Zarif ve ipekliydi. Kenarları elişi dantelle süslenmişti .
Astronomik bir fiyat taşıyan etiketi hala üstündeydi.

"Jan bunu New York'a ilk gittiğimizde almıştı. Nereden
baksan sekiz, dokuz yıl olmuştur. Hiç giymedi.
Özel bir gün için saklıyordu." Çamaşırı benden aldı ve
cenaze evine götürmek üzere ayırdığımız diğer giysilerle
birlikte yatağın üzerine koydu. Bırakırken eli bir an
yumuşak kumaşı okşar gibi oyalandı. Tuvaletin gözünü hızla
kapattı ve bana döndü ve dedi ki : " Hiçbir şeyini özel
bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir."

Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenime
beklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken
tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri
hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı şehirden
California'ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm.
Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı
bütün şeyleri düşündüm. Hala eniştemin sözlerini
düşünüyorum ve hayatım değişti.

Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum.
Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan çimlere
aldırmadan. Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum ,
iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık
"hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine zevk
alınacak olaylar silsilesi olarak görülmesi" gerektiğini
hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak
yaşamak istiyorum. Hiçbir şeyimi özel günler için saklamıyorum.

Kıymetli tabak çanağımı her "özel" olayda kullanıyorum.
Birkaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak, bahçemde ilk
açan çiçek gibi özel olaylarda.. En pahalı ceketimi canım
isterse süpermarkete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer
zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı
daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler
için saklamıyorum. Mağazalardaki tezgahların ve banka
memurlarının burunları da, en az parti parti gezen
arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır.

"Birgün" kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti.
Bir şey, eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu
şimdi görmek , duymak ve yapmak istiyorum.

Hepimizin "Yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız
yarını görmeyeceğini" bilseydi eğer kızkardeşim, neler
yapardı kimbilir ? Sanırım aile fertlerini veya yakın
arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp
aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi.

Belki bir lokantaya en sevdiği çin yemeğini ısmarlardı.
Bunların hepsi birer tahmin. Kardeşimin neler yapamadan
öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben ?..
Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeyler
olduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım
için kızardım. "Bir gün ararım" dediğim dostları görmediğim
için kızardım. Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi
yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza
kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelememeye,
duygularımı dizginlememeye çalışıyorum.

Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün
"Özel bir gün" olduğunu söylüyorum. Her gün,
her dakika, her nefes gerçekten Allah'tan bize bir armağan.

Atatürk'ün bir anısı
 
ATATÜRK'ÜN BIR ANISI ! KEYIFLE VE DUYGULANARAK OKUYACAKSINIZ........

Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir
kadına rastladı Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu
-Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle
- Merhaba dedi
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabısı mısın? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır.Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı
-Tabii söyleyeceğim,ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için.Başını pek ağrıttım da Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca,o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki O bizim Vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı.Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır. Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.Ikisi de ağlıyordu. Iki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi "Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."

Sadakat
 
Aksamdan kalma adam, büyük bir baş ağrısı ile sabah
uyanmış
Zorlukla gözlerini açıp, yerinden dogrularak, şöyle
bir etrafına
bakınmıs.Komodinin üstünde bir bardak su ve iki
aspirin duruyormuş.

Yatagın ayakucundaki sandalyede elbiseleri temiz ve
ütülenmis.
Aspirileri içerken, komodindeki not dikkatini çekmis;
"Sevgilim, günaydın. Kahvaltın mutfakta. Ben
alısverise çıkıyorum,
erken dönerim. Seni seviyorum".

Kalkıp, giyinmis ve kahvaltı için mutfaga gitmis.
Bakmıs oglu oturmus,
kahvaltı ediyor. Masada da kendi servisi ve gazeteleri
duruyor.
Oturmus, kahvaltısına baslamıs ve ogluna sormus;

Evlat, dün gece ne oldu, biliyor musun?
- Evet, dün gece saat 3'ü geçiyordu, sarhos olarak eve
geldiginde.
Önce koridordaki sandalyeyi devirdin, ardından
kustun, daha sonra da
Odanın kapısına kafanı çarptın, bir gözün morardı.

Adam, sasırmıs vaziyette:
- Anlayamadım. O zaman niye hersey temiz, kahvaltı
hazır ve gazetem alınmıs?
Onu mu soruyorsun. Annem seni sürükleyerek yatak
odasınagötürüp,pantalonunu
çıkarmaya çalıstıgında,
"Bayan, beni yalnız bırakın, ben evli bir adamım"
dedin.

Affetmenin Hafifliği
 
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:
"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?"
Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen.
"Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin"
Öğrenciler bunu da yaparlar.
"Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!"
Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
"Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun."
Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
"Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar."
Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:
"Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor."
"Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık."
"Hem sıkıldık, hem yorulduk?"
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:

"Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

Prensipli Hırsızlar
 
İşi dolayısıyla Kolombiya'nin başkenti Bogota'da yaşayan bir Amerikalı, bir sabah uyandığında 60 bin dolar değerindeki gıcır gıcır Mercedes'inin yerinde olmadığını görür. Polise yaptığı başvurular, gazeteye verdiği ilanlar sonuçsuz kalır. Allah'tan arabası sigortalıdır. Hemen gerekli işlemleri yapmak için sigorta şirketine başvurur. Bu sırada bir telefon gelir.Telefondaki ses, 10 bin dolarlık fidye karşılığında arabasını geri vermeyi önermektedir. Öykümüzün Amerikalı kahramanı, sigorta şirketinin tavsiyesiyle parayı öder ve aracını hırsızların söylediği yerde sapasağlam bulur. Telefon ertesi gün yine çalar ve hırsızlar, "parayı hemen ödediği için, arabasının bir yıl boyunca hırsızlığa karşı sigortalandığını" söylerler. Ancak bir hafta sonra kahramanımızın Mercedes'i yine çalınır. Ertesi gün aynı hırsızlar telefon edip 10 bin dolar fidye isteyince Amerikalı dostumuz, "bu yaptığınız çok ayıp!" diyerek hırsızları protesto eder:
"Geçen hafta da aracımı çaldınız ve ben fidyeyi ödeyince bir yıl boyunca dokunmayacağınızı söylediniz!" Bunun üzerine telefondaki ses böyle bir şey olmayacağını belirterek, "yine de her ihtimale karşı" kontrol etmeye karar verir. Ahizeden bilgisayar tuşlarına basıldığı duyulmaktadır. Araştırmasını tamamlayan oto hırsızı, binlerce kez özür dileyerek, bir yanlışlık olduğunu kabul eder ve kurbanına arabasını nerede bulabileceğini söyler. Amerikalı dostumuz arabasını almaya gittiğinde ön koltuğun üzerinde yapılan yanlışlıktan ötürü özür dileyen bir kartı eşliğinde bir şişe şampanya bulur.

Beyaz Kaptanın Öyküsü   
 
Evvel zaman içinde deniz kenarında küçük bir köy varmış. Bu köyün halkı denizcilikten başka iş bilmezmiş. Yaşlı, genç, kadın, erkek bütün köy halkı denizle uğraşır, hayatlarını mavi suların kendilerine sağladığı nimetlerden faydalanarak sürdürürmüş. Dış dünya onlara kapalıymış. Deniz insanlara, insanlar birbirlerine yardım ederlermiş. Kimi balık avlar, kimi ağ örer, kimi sünger çıkarır, kimi tekne yapımında uzmanlaşmaya çalışırmış. Bir de herkesin hayalini süsleyen bir iş varmış: Beyaz Kaptan'ın denizaşırı gemisiyle uzun seferlere çıkıp, ticaret yapmak. Böylece bilinmezi bilmek, görülmeyeni görmek, tadılmayanı tatmak mümkünmüş çünkü. Ama Beyaz Kaptan yanında çalışacakları çok zorlu sınavlardan geçirip seçtiği için, bu öyle herkesin gerçekleştirebileceği türden bir hayal değilmiş. O seferlere çıkabilmek için gözüpek olmak, geride bırakabilmek, denizden başka bir şeye aşık olmamak gerekirmiş. Gemi sefere çıktı mı, beş altı aydan önce dönmezmiş köye. Her gelişinde genç kızların dört gözle beklediği kumaşları, süs eşyalarını, köyde bulunmayan faydalı otları ve alışveriş karşılığında aldıkları değerli şeyleri boşaltır, insanların satmak istediği malları yükledikten sonra yeni bir sefere çıkarmış. Geminin mürettebatı sadece bu değiş tokuş için karaya iner, yükleme işi bittikten sonra onları gören olmazmış. Beyaz Kaptan'sa sadece miço ile çımacı geminin törensel yanaşmasını gerçekleştirirken kaptan köprüsünde belli belirsiz görülürmüş. Geminin miçosu limana her yanaşmalarında, çımacı dostunu görünce büyük bir keyifle halatı fırlatır, çımacı da büyük bir maharetle halatı havada yakalayıp tek bir harekette babaya dolarmış. Bu ikisinin ustalık dolu hareketlerini izlemek köy halkının en sevdiği şeylerden biriymiş. Birbirlerinin gözlerine baktıklarında dostluğu gören miço ile çımacı, köy halkı kendilerini alkışladıkça daha da büyük bir şevkle sarılırlarmış işlerine. Kaptan belki deniz aşkıyla yıllar önce terkettiği köyü daha fazla görmenin rahatsızlığı, belki de geride bıraktığı karısı, oğulları ve kızı tarafından görülmenin korkusuyla, uzaktan izlermiş olanları. Sonrası yine açık deniz, sonrası yine uzun bir sefer. Kaptan herkesin gerçeğinin ayrı olduğuna ve herkesin bir gün kendi gerçeğini bulacağına inanırmış. Hatta miçosuyla çımacının bir kayanın üstüne oturup sohbet ettiklerini gördüğü gün, "Ah deli çocuk, bilmez misin ki denizcinin dostu, denizdedir" demiş kendi kendine ama hiç karışmamış bu imkansız dostluğa. Limana bir sonraki yanaşmalarında miço gelip de "Ah Kaptan ah, denizcinin dostu denizdeymiş." deyince içinin cız edeceğini bile bile karışmamış. Bir gün köye çeşit çeşit malı getirirken, yerle göğü bir eden korkunç bir fırtınaya yakalanmışlar. Usta denizci köye yanaştıklarını biliyormuş ama deniz fenerini göremediği için bir türlü gerekli manevraları yapamıyormuş. Neden sonra denzi fenerinden cılız bir ışığın yükseldiğini görünce rahatlamış. Tam dümeni köye kıracakken, yağmur damlalarının kanatlarına kırbaç gibi inmesine aldırmayan bir papağan gelip konmuş omzuna ve dile gelmiş: "Babası terkettiğinden , ağabeyleri de denize sırtlarını döndüklerinden beri lanetli damgasıyla yaşayan mavi gözlü ceylan, sırf gemin karaya oturmasın diye canını ortaya koyup yaktı bu gece feneri. Ama köyün utanç içindeki halkı lanetlidir deyip güvenmedi ona, delidir deyip dışladı, her zaman olduğu gibi suçladı. Şimdi incecik bedeni buz gibi gecenin ortasında geminin limana yanaşmasını bekliyor. Kimbilir belki de gizli bir sevdanın cesaretiyle tek başına fırtınayla savaşıyor." Beyaz Kaptan bu sözleri duyar duymaz önce kendisiyle sonra da miçosuyla yüzyüze gelmiş. Ve bir anda fırtınayı korkutan bir sesle gürlemiş: "İstikamet açık deniz!.." O günden sonra köy halkı Beyaz Kaptan'ın gemisini bir daha asla görememiş. Bir daha asla dış dünyadan bir şeye dokunamamış. Ama deniz kızları, kimi hüzünlü gecelerde Beyaz Kaptan'ın bilinmez denizlerde suda yüzen bir mavi gözlü ceylan gördüğünü ve hüzünlü bir türkü söylemeye başladığını anlatıp durmuşlar:

Bilirim ki sevgimiz
Aslında veremediğimiz
Bir bilinmez denizde
Yitip gitti bedenimiz.

Bir öykü
 
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.


=========

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara
yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...


Piri Baba ve Eski Hamam
 
Merzifon demek Piri Baba demektir. Piri Baba'da Merzifon demektir. Piri
Baba Merzifon'un kişiliğidir.

Piri Baba bazı efsanelerde ayakkabıcıdır. Bazı efsaneler de ozandır.
Bazı efsanelerde de, Eski Hamamda tellaktır.

"Piri Baba öğlene kadar erler ile yıkanır imiş, öğleden sonra da
avratlar ile yıkanır imiş. Kendi halinde meczup bir veliymiş. Bazıları bu
nasıl iştir diye Sultan Mehmet'e durumu arzederler. Ama yine de Piri
Baba'ya kimse dokunamaz imiş."

"Günlerden bir gün hamamda otururken, müşteriler hamamın terlemesinden
yakınırlar. Buz gibi soğuk su damlalarının sırtlarına düşmesinden
rahatsız olduklarını söylerler. Piri Baba parmağıyla tavanı işaret eder.

- Ya hamam! Terleme! Der.

O gün bu gün eski hamam terlemez."

"Bir gün dahi külhan yanarken cus edip mübarek elinde bir yük ekseri
olup, ekseri külhan ocağında bir taşa yumruğu ile kakar. İşte külhanın
üzerine gelen halvette Piri Baba'nın takunyalarının izi ve yumruğunun izi
bulunmaktadır. "

"Piri Baba Sufilerin - Mel'matî dedikleri cinsten bir coşkun delidir."

Piri Baba'nın Eski Hamamda tellaklık yaparken gösterdiği pek çok
kerametten söz edilir. Bunlardan birinde de şöyle denir.

Günlerden bir gün Eski Hamamın külhancısı ağır hastalanmış. Hamam
sahibi de tasalanmış. Hamamın haznesini yakmak, külhancılık öyle kolay bir
iş değilmiş. Her babayiğit külhan ocağının karşısında sıcakta durupta
odun atmaya dayanamazmış.

Hamam sahibi, hamamında tellaklık yapan genç delikanlı Piri Baba'yla
dertleşmiş.

- Ben şimdi nereden külhancı bulacağım. Zor durumdayım, diye yakınmış.

Piri Baba'da ustasını çok severmiş.

Hiç üzülme. Git sende dinlen. Kırk gün bu hamamın sorumluluğu bana ait.
Yalnız gözünün arkada kalmayacağına söz ver. Giderken dönüp arkana
bakma bile. Kırk gün sonra çık gel. Ama sakın şaşıp yanılıpta kırk günden
önce çıkagelme, sözünde durmazsan tüm çabam boşa gider.

Diye hamam sahibine tembih etmiş. Hamam sahibi de:

- Bu deli oğlan birşeyler kuruyor ama hadi hayırlısı. Dediğini bir
yapalım bakalım, diye düşünmüş.

Gidip evine kapanmış. Yalnız her akşam üzeri hamama gelir hasılatı Piri
Baba'dan alırmış. Ama Piri Baba'ya verdiği sözü tutar külhanı hiç
dolaşmazmış.

Günler günleri kovalamış. Eskiden eşeklerle katar katar odunlar hergün
hamam taşınırken; artık hamama kimsenin odun getirmez olduğu hamamcını
ilgisini çekmiş.

- Yav, bu deli oğlan külhanı neyle yakar acep? İşin başına geçtiğinden
beri hamama ne bir oduncu uğradı, nede bir eşeğin sırtında odun yüküne
rastladım. Bu oğlan külhanı neyle ısıtır acep? Diye meraklanır
dururmuş.
Hamamcının merakı her gün biraz daha artmış. Günlerde 39'a dayanmış.

"Otuzdokuz da bir, kırkta bir. Artık dayanamıyorum gidip bakacağım"
demiş.

Doğru külhana yollanmış.

Bir de ne görsün? Su haznesinin altında bir tek mum yanmakta. Koca
hamam bu mum ile ısınmakta.

Tam bu sırada içeriye Piri Baba girmiş:

- 39 gün bekledinde, bir gün bekleyemedin mi? Bir gün daha bekleseydin
hamamı gaipten ısıtacaktım, demiş.

Yani hamamcı bir gün daha bekleseymiş yeraltında sıcak su fışkıracakmış
ve hamam öyle çalışacakmış. Hamamcının aceleciliği ve merakı yüzünden
Piri Baba'nın kerameti bozulmuş. Hamamcı çok pişman olmuş ama iş işten
geçmiş. Hamamı mumla ısıttığını gelip görmeseymiş Allah'ta ona kudretten
sıcak su gönderecekmiş.

Şanssız
 
Murat kendisini dünyanın en şanssızlarından biri olarak görüyordu. Ne zaman bir kızı sevse ya da bir kız onu sevse her zaman bir talihsizlik olur ve o ilişki hiçbir zaman olmazdı. Her zaman "Neden ben?" diye kendine sorar cevabını ise asla bulamazdı. Yaş 21 olmuştu ama bütün maceraları başlamadan hüzünle bitmişti ve tek bir kızla bile çıkamamıştı. Vardı bir terslik ama neydi bilemiyordu.Sorun kendisindemiydi ; kendisine göre değildi.yakışıklıydı bir kere esprili bir yapısı da vardı , kızlarla iletişimi de iyiydi ama ne zaman ki onlara duygusal anlamda yaklaşsa hep bir şeyler ters gidiyordu. Olmuyordu açıkçası. Ne zaman ki kızlar ona açılsa bu sefer de heyecandan ne yapacağını bilemiyordu afallıyordu. Bunun sonucunda da gene olmuyordu yani.

Gene bir kızı sevmişti. Bu sefer açılacaktı kıza. Ne olursa olsun açılacaktı. Kendisi açılamazsa bile başkasını araya koyup açılacaktı. Bu kızı gerçekten seviyordu. Aşık olmuştu kendince. Aşık olduğuna kesin karar vermişti. O kızı ne zaman görse heyecandan elleri titriyor , kalp atışları hızlanıyordu.Ne zaman ki onunla konuşsa konuşmakta zorlanıyor hatta bazen kekelediği bile oluyordu. Evet gerçekten aşıktı bu kıza . İlk defa gerçekten aşık olmuştu bir kıza.

Kızın ahım şahım bir güzelliği yoktu. Kahve gözlü , siyah saçlı normal bir kızdı işte. Nedense ona aşık olmuştu. Sanırım kızın konuşmasından etkilenmişti ya da hareketlerinden ya da her ikisinden. İlk defa bir kızın onu sevdiğini hissediyordu. Kesin kız onu sevdiğini söylemiyordu ona. Bu yüzden kendisinin söylemesi gerekiyordu. Bir şekilde söylemeliydi ama nasıl. Kızın adı Yeşim'di bu arada. Aynı sürücü kursuna gidiyorlardı. Orada tanışmışlardı zaten. Orada aşık olmuştu kıza ve orada ilan edecekti aşkını kıza ve o gün bugündü. Söyleyecekti kıza kurs çıkışı aşkını.

Kıza kurs bitiminde özel bir şeyler konuşmak istediğini söyledi kız da kabul etti. Daha da heyecanlanmıştı şimdi. Nasıl söyleyecekti acaba. Bu duruma kadar gelmişti ama bitirebilecek miydi? Yoksa evvelden olduğu gibi kötü mü bitecekti ? Bütün bu düşünceleri attı kafasından , rahatlatmalıydı kafasını temizlemeliydi düşüncelerden sadece kıza odaklanmalıydı ona olan aşkına.

Kurs bitmişti. Kız ona "Bana anlatacağın önemli şey nedir?" diye sorduğunda heyecandan dilini yutacaktı. Konuşmaya başladı.

- Ben şey.
- Evet sen.
- Yani nasıl diyeceğim bilemiyorum.
- Neyi diyeceksin ki?
- Kızabilirsin ama.
- Söyleyeceğin şeyi çabuk söyleyebilir misin acelem var çıkmam gerekiyor.
- Sen ve ben.
- Evet.
- .
- Ben çıkıyorum söyleyeceğin şeyi daha sonra söylersin. Görüşmek üzere iyi akşamlar.
- İyi akşamlar.

Gene olmuştu işte dili tutulmuştu. Gerçekten de dünyanın en şanssızlarından birisiydi. Aşkını söyleyememişti işte kıza. Ama kesin söyleyecekti kıza ama kesinlikle kendisi değil başkasının aracılığıyla söyleyecekti. Çünkü kendisi söylese gene batıracaktı işi biliyordu. Sonra sevdiği kız Yeşim'in annesinin kuaförünün yardımısı olduğu aklına geldi. Tabi ya o yüzden başlamışlardı kursa indirim yapılır diye. En iyisi annesini araya katmaktı başka çaresi yoktu. 21 yaşında olmasına rğmen öyle bir şey yapmanın utancını falan hiçe saydı. Bütün bahtsızlığını üstünden atmanın vakti gelmişti. Annesiyle konuştu açtı derdini konuştukça konuştu.

Annesi kabul etti tabi. Oğlu bir kız sevmişti ve ona açılamıyordu. Oğluna yardım etmek onun en doğal hakkıydı. Annesi oğlu için gitti kuaföre kızla konuştu. Kız annesine "Keşke benimle yüz yüze konuşsaydı" demişti ama kabul de emişti. Annesine yarın oğlunu arayacağını ve onunla o gün buluşacağını söyledi. Annesi oğluna bunu söylediğinde Murat'ın ne kadar sevindiğini annesine nasıl sarıldığını anlatmak kelimlerle ifade edilemez. O günü sabırsızlıkla bekledi. Bir gündü ama sanki yıllar geçmiş gibi gelmişti ona. O gün kızın aramasını bekledi. Saatler ilerliyordu ama kız aramıyordu. Artık ne yapacağını bilemez duruma gelmişti Murat. Kızın işyerini bile aramak ancak akşam 8:00 gibi aklına geldi. Kızın işyerini aradı oranın sahibi kızın o gün işyerine gelmediğini söyledi hatta kızın evini aramışlar evdekiler de kızın işyerine gittiğini söylemişlerdi. Murat şok üstüne şok yaşıyordu. Ne olmuştu anlayamamıştı. Bütün bunlar bir kabus olmalıydı. Nerede hata yapmıştı bütün bu olanlar ne demekti bilemiyordu. O gün sabaha kadar yatamamıştı. Sabah olmuştu ve Murat o günü gezmekle geçirmeye karar vermişti. Böylelikle bütün olanları unutabileceğini umuyordu. İşe de yaramıştı biraz da olsa. Öğleden sonra cep telefonu çaldı. Arayan annesiydi.
- Oğlum hani senin çıkmak istediğin kız var ya hani dün çıkacaktın.
- Evet anne.
- O kız başkasına kaçmış
- Pekala anne görüşürüz.
Sesi çıkmıyordu sadece düşünüyordu. Düşündüğü şey ise gerçekten de dünyanın en şanssızlarından biri oluşuydu.

Asker
 
Vietnam'da savaştıktan sonra evine dönmekte olan bir asker hakkında bir hikaye anlatılır...
San Francisco'dan ailesini aradı ve;
''Anne baba, eve dönüyorum ama sizden bir şey rica ediyorum.Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.''
''Memnuniyetle... Onunla tanışmak isteriz'' diye cevapladılar.
Ogulları; ''Bilmeniz gereken birşey var'' diye devam etti. ''Arkadaşım savaşta agır yaralandı. Bir mayına bastı ve bir koluyla ayagını kaybetti. Gidecek hiç bir yeri yok, onun gelip bizde kalmasını istiyorum.''
''Bunu duyduguma çok üzüldüm oglum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.''
''Hayır anne, baba onun bizimle yaşamasını istiyorum.''
''Oglum'' dedi babası, ''Bizden ne istedigini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü birisi bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına asla izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır.''
Oglu o anda telefonu kapattı. Ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ama bir kaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Ogullarının yüksek bir binadan düşüp öldügünü ögrendiler. Polis bunun intihar olduguna inanıyordu. Üzüntü içinde olan anne ve babası hemen San Francisco'ya uçtular ve ogullarının cesetini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar, ve bilmedikleri bir şeyi daha ögrenince dehşete düştüler.

Ogullarının sedece bir kolu ve bir bacagı vardı!...

Kaz Yolma Operasyonu
 
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet
yapıp gezmeye karar verir. Yanına baş vezirini de
alarak yola çıkar. Az gidip, uz gidip bir derenin
kenarına varırlar. Dere kenarında kan ter içinde
çalışan bir ihtiyar görürüler. Adam elindeki derileri
suya sokup, döverek tabaklamaktadır. Tebdil-i kıyafet
yapan Padişah ihtiyari selamlar.
-" Selamün aleyküm ey piri fani."
-" Aleykümselam ey Serdar-ı Cihan".
Padişah sorar:
-" Altılarda ne yaptın ?"
-"Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor
sultanım"
diye cevap verir yaşlı adam. Padişah gene sorar:
-" Geceleri de mi kalkmadın ?"
-" Kalktık kalkmasına amma, ellere yaradı" der
ihtiyar.
Padişah bu cevaba güler.
-" Peki bir kaz göndersem yolar mısın ?"
-" Elbette sultanım. Hem de hiç ciyaklatmadan."
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola
koyulurlar. Sultan vezirine döner.
-" Ne konuştuğumuzu anladın mı Vezir?" diye sorar.
-" Hayır padişahım" şeklinde cevap alınca Padişah
sinirlenir.
-" Ey vezir bu akşama kadar ne konuştuğumuzu
anlamazsan tiz kelleni alırım." der.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan
sonra kafadan olma telaşıyla dere kenarına koşar.
İhtiyar adamı hala orada çalışıyor görünce derince bir
oh çeker. Nefes nefese vezir.
-" Ne konuştunuz siz padişahla" diye sorar. Hem merak
hem de telaşla.
Adam, baş veziri şöyle bir süzer.
-" Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın
söyleyeyim." der sonra da. Vezir el mahkum yüz altını
verir.
"Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Oysa
ki kıyafetini değiştirmiş idi. Nereden anladın padişah
olduğunu."
-" Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan
başkası giyemezdi" diye cevaplar soruyu keseyi keyifle
kuşağına yerleştirirken. Vezir şaşkın bir halde bu kez
de
-" Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor
da ne demek." Diye sorar. Adam ikinci keseye uzatırken
elini
-" Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki,
kış günü çalışıyorsun, diye sormuştu. Ben de, yalnızca
altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek
bulamıyoruz" dedim.
Vezir bir soru daha sordu yüzlüğü peşin peşin
uzatırken ihtiyara.
-" Geceleri kalkmadın mı ne demek oluyor pekala?"
-" Çocukların yok mu?" diye sordu. Var, ama hepsi
evlatlarımın kız. Evlendiler, başkasına yaradılar,
diye cevapladım."
Bu gizemli konuşma sırasında hayretten hayrete düşen
vezir son bir soru sormaya yeltenir;
-"Her şeyi anladım da 'kaz gönderirsem yolar mısın?'
dedi ya, Padişah o kaldı aklımda. "Peki onun anlamı
neydi, çok merak ettim?" der.
İhtiyar muzip muzip güler.
-"Onu da sen bul..."

 
 
Bülbül İle Bağcı
Gül bahçesi... Kırmızı, pembe, sarı güller... Çevreyi gül kokusuna boğan, rengarenk güllerin yetiştiricisi ihtiyar bir bağcıydı. Geçimini sağlamak bir yana, bir gülün açmasıyla sanki bayram ederdi. Bahçede değil de sanki kalbinde büyütüyordu tomurcukları.

Gül mevsiminde bağcı kendisini kaybederdi adeta.

Bu yıl yeni bir gülün aşısını yapmıştı. Açılmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Onu veren bahçıvan, "Bu gül, güllerin sultanıdır. Rengi, kokusu çok farklıdır. Diğer güllere benzemez." demişti.

Bağcı, gülü özenle büyütüyordu. Daldaki tomurcukları gözü gibi koruyordu.

Sonunda tomurcuklar goncaya dönüştü. Gonca patladı ve bahçeyi güzelliğe boğan bir gül çıkıverdi ortaya. Bağcının içi içine sığmıyordu sevinçten.

O günü akşama dek bağda geçirdi.

Gece uzadı da uzadı. Bağcının gözüne bir türlü uyku girmedi. Sabahı zor etti. Şafaktan sonra, günün ilk ışıklarıyla birlikte bağa gitti. Baktı ki ne görsün!

Bir bülbül, güle konmuş, hoyratça yapraklarını yoluyor.

Bağcı dehşet içinde olup biteni seyretti bir süre. Bülbülü yakalamak için çok uğraştı. Fakat kaçırdı.

Ertesi gün, bülbül yine aynı güle konmuş, kalan yapraklarını yolmuştu. Bağcı bu kez de bülbülü kaçırdı.

Artık kararını vermişti. Bir tuzak kuracaktı bülbüle.

Ustaca hazırladı tuzağı.

Bülbül geldi yine ağaca konmak için, bir güzel tuzağa düştü, bağcı alıp eve götürdü, kafese hapsetti.

Bağcı ertesi gün bülbülü kafeste bırakarak bağına gitti. Akşam dönüp geldi, ağlıyordu.

- Ben sana ne yaptım da beni buraya hapsediyorsun?

Sesimi beğendiysen kafese koymana gerek yok, ben, zaten senin bahçenin bülbülüydüm...

Bağcı:

- Sen, dedi, kızgın kızgın; benim en güzel gülümü yoldun.

- Nasıl olsa, birkaç gün sonra kendisi solacaktı, yaprağını dökecekti, dedi bülbül.

Bağcı baktı, doğru söylüyor bülbül... Kızgınlığı geçti, acıyarak serbest bıraktı onu.

Bülbül, pencereye kondu. Uçmadan önce:

- Beni özgür bıraktın... Çok teşekkür ederim. Ben de buna karşılık sana bir sır söyleyeceğim. Bağının kuzey ucunda, o büyük dut ağacının yanında bir hazine gizli, dedi.

Sonra kanatlanarak gözden kayboldu.

Bağcı, başlangıçta inanmadı kuşun söylediğine. Sonra, içine bir kuşkudur düştü, "belki doğrudur" diyerek kazdı bülbülün sözünü ettiği yeri. Kazdı ki ne görsün... Büyük bir küp, içi dolu altın.

Ertesi gün bülbül yine bağdaydı.

Bağcı, bülbüle:

- Bir şeyi, dedi, çok merak ediyorum.

- Neyi?

- Sen, hazinenin yerini bildin de, tuzağı nasıl fark edemedin?

- Kurduğun tuzak, kaza ve kaderin önüme sürdüğü bir araçtı. Bu gibi durumlarda hikmet gözü kapanır insanın, göremez... Ne kadar gözü açık olsa da farkına varamaz...

 
 
Zehir!
 
Uzun yillar önce Çinde Li-Li adli bir kiz evlenir ve ayni evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor oldugunu anlar.İkisininde kişiligi tamamen farklıdır buda onlarin sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış degildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev onun ve kayınvalidesi ile arada kalan eşi icinde cehennem haline gelmiştir.Artık birşeyler yapmak gerektigine inanan genç kadın dogru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptıgı bir ilaç hazırlar ve bunu 3 ay boyunca hergün azar azar kaynanası için yaptıgı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek , böylece onu gelininin öldürdügü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kadına kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular . Hergün en güzel yemekleri yaparak kaynanasıniın tabagına azar azar zehiri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diyede ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalideside çok degişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgarları esiyordu.Genç kadın kendisini agır bir yük altında hissetti yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkanının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdigi zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı, Yasli kadinin ölmesini artik istemiyordu. Yasli adam yasli gözlerle karsısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.Sevgili Li-Li dedi ; Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkca oda dagıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz dedi.Eski bir Çin atasozü şöyle der ; Gül veren elde gül kokusu kalır.Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır...
Seviyorum Tanrım
 
İnanç Tarihi dersimin öğrencilerinden biriydi Tommy. Uzun saçlı, değişik
bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oydu. Tanrı'ya kayıtsız
şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana imalı, imalı;
-"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyor musun hocam? " dedi.
-"Hayır" dedim, yavaşça.
-"Yaaa" dedi. "Oysa senin, bu derste Tanrı'yı pazarladığını sanıyordum
hocam..." Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
-"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak bir gün,
eminim." Tommy, omuzunu silkip yürüdü... Mezuniyetten sonra izini
kaybetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana...Ölümcül kansere
yakalanmıştı. Odama girdiğinde; zayıflamış, çökmüştü... Kemoterapi,
o uzun saçlarını dökmüştü... Ama gözleri halâ pırıl pırıldı...
-"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi.
-"Sana bir şey sorabilir miyim?" dedim.
-"Tabii" dedi, "Ne öğrenmek istiyorsun?"
-"Sadece 24 yaşında olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir şey?"
-"Daha kötüsü olabilirdi... 50 yaşında olmak, kafayı çekmek, kadınlarla
beraber olmak ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak, sanmak gibi..."
Sonra niye geldiğini anlattı... "Okulun son günü sana Tanrı'yı bulup
bulamayacağımı sormuş; "hayır" yanıtını alınca şaşırmıştım. Sonra,
"ama o seni bulur" dedin... İşte bunu çok düşündüm. Doktorlar
ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söylediklerinde;
Tanrı'yı aramayı ciddiye aldım birden... Habis ur, diğer hayati
organlarıma yayılmaya başlayınca, sabahlara kadar dualar etmeye
başladım... Hiç birşey olmadı. Bir sabah uyandığımda; ilahi bir mesaj
alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim aniden.
Ömrümün geri kalan vaktini; Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi
şeylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım.
O zaman gene seni düşündüm... "En büyük mutsuzluk, sevgisiz bir hayat
sürmektir, bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine
"Seni seviyorum" diyemeden gitmektir" demiştin...
Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım işte...
En zorundan başladım... Babamdan..." Oğlu yanına geldiğinde;
babası, gazete okuyormuş.
-"Baba, seninle konuşmam lazım" demiş Tommy.
-"Peki, konuş oğlum"
-"Yani, çok önemli bir şey..."
Babası, gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı;
- "Neymiş o bakalım?"
-"Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim." Tommy,
gülümsedi, arkasını anlatırken... Babasının elinden yere düşmüş
gazete... Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.
Tommy'ye sarılmış ve ağlamış... Sabaha kadar konuşmuşlar.
Babası, ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde...
"Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam
etti Tommy... "Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana
söylemedikleri, söyleyemedikleri şeyleri anlattılar. Bütün bunları
yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece...
Ölümün gölgesi üzerime düşünce; kalbimi açıyordum,
bana, aslında çok daha yakın olması gereken insanlara..."
Nefes aldı Tommy..." Bir gün baktım, Tanrı, orada...
Hemen yanıbaşımda duruyor... Ona yalvardığım zaman,
bana gelmemişti. Onun kendi programı vardı, kendi bildiği gibi
yapıyordu. Gerçek olan şu ki, haklıydın...
Ben, onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelip, beni bulmuştu."
- "Tommy" dedim. "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm
insanlığa... Sen, Tanrı'yı bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun.
Onu, sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak
işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o, gelir seni bulur.
Bunu anlatıyorsun farkında mısın?" Devam ettim; "Tommy, bana
bir iyilik yapar mısın, bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?"
Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün... Ölümle hayatı
sona ermemişti tabii... Şekil değiştirmiş, büyük bir
adım atmıştı sadece... İnanmaktan, görmeye geçmişti...
Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
-"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim, halsiz ve bitkinim hocam" demişti..
-"Anlıyorum Tommy !"
-"Benim yerime onlara sen anlatır mısın hocam, sen anlatır mısın?
Herkese, bütün dünyaya, benim için anlatır mısın?"
-"Anlatırım Tommy" dedim. "Anlatırım, merak etme!"

İnsanlara; "Seni seviyorum" demek için, ölümü beklemenize
gerek yok, şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz...
Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin..

Hem, şimdi başlamazsanız,
belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir...

Tek Kanatlı Melek
 
Ölüp cehenneme giden bir adam hakkındadır bu öykü. Şeytan bu adamı
nefis
yemek kokuları gelen bir odaya götürür. Odanın ortasında büyük bir
tencere
ve çevresinde oturan insanlar vardır. Bu çok zayıf, bir deri bir kemik
kalmış insanlar acıyla inlemektedir. Cehenneme yeni gelen bu adam
tencerenin
çevresindeki insanların ellerinde kepçeye benzer, uzun saplı kaşıklar
görür.
Kaşıklar ellerine bağlıdır. Kaşığı tencereye daldırabilmekte ama hiçbir
şey
yiyememektedirler. Çünkü kaşıkların sapı o kadar uzundur ki,
ellerindeki
kaşıkları bir türlü ağızlarına götürememektedirler...
Lütfen der adam 'bana bir de cenneti gösterir misin?

Elbette der şeytan; ''Sonsuzlukta birkaç dakikanın ne önemi var'' der
ve onu
cennete götürür.

Adam cennete girince hem çok şaşırır hem de kafası karışır. Gördüğü
manzaranın cehennemdekinden hiçbir farkı yoktur. Yalnızca insanlar
mutlu ve
sağlıklıdır, kahkahalarla gülmektedirler.

''Anlayamadım der. Herşey aynı, herkesin ellerine bağlı uzun saplı
kaşıklar
var ve hepsi de bir tencerenin çevresinde oturuyorlar. Farklı olan
nedir?
Neden burası cennet ''Şeytan adamın sorusunu yanıtlamaz.tam çıkarken,
adam
başını bir kez daha çevirir ve olan biteni anlar. Herkes ellerindeki
uzun
saplı kaşıklarla birbirlerini beslemektedir.....!

Sonuç olarak, ''Hepimiz bir bütünün parçasıyız ve hepimizin bir
başkasına
gereksinimi var..! Hepimiz birbirimizin tek kanatlı meleğiyiz.
Uçabilmemiz
için kucaklaşmamız gerekir''

Hasret
 
Hasret Hanım'la, hemşire olarak çalıştığım hastaneye yattığı gün tanıştım. Hasret Hanım sedyeden alınıp yatağına yatırılırken, eşi de yanındaydı. Yakalandığı ince hastalık olarak adlandırılan vereme karşı amansız bir savaş veriyordu. Hastalığı son safhasında olmasına rağmen; teni bembeyaz, solgun yüzü, biçimli kırmızı dudakları olan, neşeli ve canlı bir hanımdı. Yatağına yerleştirdik. Kullanacağı tüm eşyalarını yerleştirdikten sonra:
"Başka bir ihtiyacınız var mı?" diye sordum.
"Evet" dedi. Çantamdaki kitaplarımı alabileceğim kadar yakınıma koyar mısın? Duygulu, hassas ve romantik bir hanımdı. İlerleyen günlerde ki konuşmalarımızdan pembe dizilere, aşk konulu filmlere ve romantik kitaplara düşkünlüğünü gördüm. Aramızdaki dostluk; her geçen gün ilerliyordu.
Bir ara baş başayken: "Evleneli nerdeyse tam yirmi beş yıl oldu. Yani tam bir çeyrek asır. Kadınları sürekli 'aptal kadın' gözüyle gören bir erkekle evlilikte ne kadar mutlu ve mesut olabilirsiniz? Bunun ne kadar can sıkıcı bir hayat olduğunu bilir misin? Onun beni sevdiğini biliyorum ama bu güne kadar bir defa dahi olsa 'seni seviyorum' demedi. Hakkını inkar edemem. Ne aç koydu, ne açıkta bıraktı. Her insanın karnını doyurabilir, sırtını giydirebilirsiniz. Ama onalrdan daha önemlisi oların kalbini, yüreğini, düşünce ve duygularını da düşünmek, doyurmak gerekmez mi?" Hastanenin bahçesindeki yaprakları dökülmekte olan ağaçlara bakarken; son günlerini yaşamaktaydı. İçini çekerek söyleniyor, gözlerinden sıcak bir damla yanaklarına doğru kayarak düşüyordu. "Bana 'seni seviyorum' demesi için neler vermezdim. Ama bu onun sanki tabiatına aykırı gibi bir insan o..."
Kocası ise her gün Hasret Hanım'ı ziyarete geliyordu. Önceleri, Hasret Hanım yatağında kitabını okurken veya televizyon seyrederken, o da yatağının ayak ucunda oturuyordu. Hasret Hanım, daha sonraki günlerde, uzun saatler uyurken; odanın dışındaki koridorda aşağı yukarı veya hastanenin bahçesinde yürüyerek geçiriyordu. Çok geçmeden, Hasret Hanım hiç kitap okuyamaz oldu. Uyanık olarak geçirdiği süreler, dakikalarla ölçülür olmuştu. Ben ise vaktimin çoğunu onun yanında kocasıyla ile geçiriyordum.
Bana müteahhitlik yaptığını ve sık sık avlanmaktan zevk aldığını anlatmış. İki kız çocukları olmuş, birini yıllar önce yuvadan uçurmuşlar diğeri ise başka bir şehirde üniversitede okuyormuş. Hasret Hanım, bu amansız hastalığa yakalanana kadar, birlikte baş başa geçen, hayatın tadını çıkarmak adına bir çok seyahat ve gezi yapmışlar. Mesut Bey, eşinin yavaş yavaş ölüme yaklaştığı gerçeği karşısında, duygularını bir türlü dile getiremiyordu. Bir gün kafeteryada birlikte kahve içtikten, konuyu kadınlara ve biz kadınların yaşamlarında romantizme ne denli gereksinim duyduğumuza, eşimizden romantik sözler, mesajlar, kartlar ve aşk mektupları almaktan ne kadar hoşlandığımıza getirdim.
"Hasret Hanım'a kendisini hiç sevdiğini söylediniz mi?" diye sorduğumda, bana tuaf bir şey söylemişim gibi garip garip bakmıştı.
"Söylememe gerek var mı?" dedi.
"Kendisini sevdiğimi zaten o biliyor!"
"Elbette biliyor." Dedim ve uzanıp elini tuttum.
Elleri sıradan bir erkeğin ellerinden daha sertti. Bir kazma kürekle çalışan birinin ellerinin olması gerektiği gibiydi... O anda tutunabileceği tek şeyin elindeki fincanmış gibi sıkı sıkıya ona yapışmıştı.
"Mesut Bey, Her kadın sevildiğini, seven için 'ne anlama geldiğini bilmek' ister. Bunları hiç düşündüğünüz oldu mu?"
Birlikte Hasret Hanım'ın odasına doğru yürüdük. Mesut Bey, odaya girdi. Ben ise diğer hastaları ziyarete gittim. Daha sonra, Mesut Bey'i Hasret Hanım'ın yatağının kenarında oturduğunu, onun elini tuttuğunu gördüm.
İki gün sonraydı. Sabah hastaneye gitmiştim. Mesut Bey, koridorun duvarına yaslanmış, gözlerini yere dikmişti. Hasret Hanım'ın güneşin yeni bir gün için doğmakta olduğu; sabah 05:45'de öldüğünü; baş hemşireden öğrendim. Mesut Bey beni görünce yanıma geldi. Gayri ihtiyari bana sarıldığında; bütün bedeni titriyordu. Gözleri kızarmıştı ve yanakları gözyaşlarının izleri vardı. Sonra, sırtını duvara yasladı ve derin bir nefes aldı.
"Sana bir şey söylemeliyim" dedi.
"Ona sevdiğimi söyledikten sonra kendimi çok iyi hissettim." Sustu ve başını kaldırdı. "Söylediklerinizi uzun uzun düşündüm. Bu sabaha karşı ona: 'kendisini ne kadar çok sevdiğimi, onunla evli olmaktan ne kadar mutlu olduğumu' söyledim. Onun ne kadar güzel gülümsediğini görmeliydiniz!"
Hastaneden götürülmek üzere; hazırlıkları yapılan Hasret Hanım'a veda etmek için odasına girdim. Hasret hanım'ın yüzü asudelik içindeydi. Bir ömür boyu beklediği sözü, yeni bir hayata başlamak üzere giderken; alabilmiş olmanın rahatlığı ve huzuru içinde gibiydi. Başucundaki komodinin üzerinde Mesut Bey'in yazmış olduğu bir Sevgililer Günü kartı duruyordu. Üzerinde:
"Sevgili Karıma... Seni Seviyorum" diye yazıyordu.
Daha sonraki günlerdeydi. Mesut Bey'le yolda karşılaşmıştım. "Onun değerini, onu kaybettikten sonra çok daha iyi anladım. Geçen gün bir yazı okudum. Keşke onu yıllar önce okusaymışım. İnsanlığın yüce rehberinin bir hadisi şerifinde:
"Erkek hanımının yüzüne güler yüzle bakarsa 'bir köle azat etmiş sevabı', tebessüm ederse 'haç ve umre etmiş sevabı' kucaklar ve severse 'sıddıklar' sevabı yazılır" diyordu. "Bu hadisi şerifi okuduktan sonra daha da iyi anladım ki' Söyleyenin kendisinden hiç bir şey eksilmediği halde; 'Seni seviyorum' dememekle; biz erkekler ne kadar da cimriymişiz meğer!..." diyordu.

 
 
 Adım Atmadan Önce [#4142]
 
Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktıgında, üç yaşındaki oglunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle, kamyonun kaportasını mahvettigini görmüş. Hemen oglunun yanına koşmuş ve çocugunun eline çekiçle vurmaya başlamış... Biraz sakinleşince, hatasını anlamış, çocugunu hemen hastaneye götürmüş.
Doktor çocugun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da, elinden birşey gelmemiş. Çocugun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp, gözlerini açtıgında bandajlı ellerini farketmiş ve gayet masum bi ifadeyle:
''Babacıgım, kamyonuna zarar verdigim için çok üzgünüm...''demiş, ardından babasına: ''Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?'' diye sormuş.
Bu soruyla karşılaşan baba, eve dönmüş ve intihar etmiş.
Birisi masaya süt döktügünde yada bir bebegin agladıgını işittiginizde, bu öyküyü anımsayın. Çok sevdiginiz birine karşı sabrınızı yitirdiginizi anladıgınızda, önce biraz düşünün.

Sadakat
 
Aksamdan kalma adam, büyük bir baş ağrısı ile sabah
uyanmış
Zorlukla gözlerini açıp, yerinden dogrularak, şöyle
bir etrafına
bakınmıs.Komodinin üstünde bir bardak su ve iki
aspirin duruyormuş.

Yatagın ayakucundaki sandalyede elbiseleri temiz ve
ütülenmis.
Aspirileri içerken, komodindeki not dikkatini çekmis;
"Sevgilim, günaydın. Kahvaltın mutfakta. Ben
alısverise çıkıyorum,
erken dönerim. Seni seviyorum".

Kalkıp, giyinmis ve kahvaltı için mutfaga gitmis.
Bakmıs oglu oturmus,
kahvaltı ediyor. Masada da kendi servisi ve gazeteleri
duruyor.
Oturmus, kahvaltısına baslamıs ve ogluna sormus;

Evlat, dün gece ne oldu, biliyor musun?
- Evet, dün gece saat 3'ü geçiyordu, sarhos olarak eve
geldiginde.
Önce koridordaki sandalyeyi devirdin, ardından
kustun, daha sonra da
Odanın kapısına kafanı çarptın, bir gözün morardı.

Adam, sasırmıs vaziyette:
- Anlayamadım. O zaman niye hersey temiz, kahvaltı
hazır ve gazetem alınmıs?
Onu mu soruyorsun. Annem seni sürükleyerek yatak
odasınagötürüp,pantalonunu
çıkarmaya çalıstıgında,
"Bayan, beni yalnız bırakın, ben evli bir adamım"
dedin.

Mektup
 
Karımı 1998'in sonbaharında kaybettim... Yedi senelik evliligimizin iki senesini kanser tedavisi için hastanelerde geçirmiştik. Karım her evlilik yıldönümümüzde ikimizin fotografını çerçeveler, ''Bunlar hayatımızın gölgeleri'' derdi.. Öldügünde yedi tane resmimiz vardı.
97'in bir gecesinde onu aldattım. Oysa ona sürekli onu ne kadar çok sevdigimi ve sonsuza kadar sadık kalacagımı söylerdim. Ölmeden iki hafta önce yine aynı şeyi tekrarladım. Tuhaf bir gülümsemeyle bana baktı ve sadece: ''Biliyorum'' dedi. İzmir'e kar yagdıgı gün, yani bir ay önce, evdeydim. Fotograflarımıza bakıyordum yine... Her çerçevenin altında bir harf oldugunu ilk kez o gün fark ettim.
-A
-R
-K
-A
-S
-I
-N
Gerisi için yıllar yetmemişti. Ama sanırım ''Arkasına bak'' yazmaya filan niyetlenmişti. Hemen çerçevelerin arkasına baktım. Hiç birşey yoktu. Sonra birşey dürttü beni, hepsini teker teker söktüm. Her birinin arkasından bir mektup çıktı! Geçirdigimiz her sene için sevgi dolu sözler yazmıştı.
1997'deki resmimizin içinden çıkan zarf ise simsiyahtı. Ve içinden şu sözler çıktı:
''14 Mart 1997/ Gözlerin bana başka birine dokunmuş gibi baktı/ Söylemene gerek yok biliyorum...''
2002' deyiz. Onu kaybedeli 4, aldatalı 5 yıl oluyor...
İçim acıyor şimdi.
Çünkü kadınlar biliyor, hissediyor...
Seni seviyorum diyenin sevgisinden şüphe et, çünkü; aşk sessiz, dilsizdir...

Zehir!
 
 
Uzun yillar önce Çinde Li-Li adli bir kiz evlenir ve ayni evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor oldugunu anlar.İkisininde kişiligi tamamen farklıdır buda onlarin sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış degildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev onun ve kayınvalidesi ile arada kalan eşi icinde cehennem haline gelmiştir.Artık birşeyler yapmak gerektigine inanan genç kadın dogru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptıgı bir ilaç hazırlar ve bunu 3 ay boyunca hergün azar azar kaynanası için yaptıgı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek , böylece onu gelininin öldürdügü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kadına kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular . Hergün en güzel yemekleri yaparak kaynanasıniın tabagına azar azar zehiri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diyede ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalideside çok degişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgarları esiyordu.Genç kadın kendisini agır bir yük altında hissetti yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkanının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdigi zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı, Yasli kadinin ölmesini artik istemiyordu. Yasli adam yasli gözlerle karsısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.Sevgili Li-Li dedi ; Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkca oda dagıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz dedi.Eski bir Çin atasozü şöyle der ; Gül veren elde gül kokusu kalır.Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır
Akıl Okulu 
 
 
 
 
 
 
 
 
Bir gün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan'da şöyle bir haber yayılmış:
- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada akıl öğretiliyormuş.Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Kasabanın en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese kasabanın tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı:- Babacığım, okumak gibisi var mıdır? diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun? Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: 'Akıl okulu? Akıl okulu?' Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş.

Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuziki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın haline acımış. Yanına yaklaşarak:- Ey yolcu, nereye gidiyorsun? diye sormuş.İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:- Ben de başkente gidiyorum. demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara:- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.Adam hiç karşı çıkmamış ve tamam demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya! Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş:- Hayır yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gel gelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağrılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hep beraber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir? Baytar şöyle karşılık vermiş:- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir attır.Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona:- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş. Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, 'Nasıl bilebilirler?' diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca:- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş? Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir.Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek:- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma. Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulunu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.Adam böylece Akıl Okulunun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan'a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okuluna göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.

Kapı
Julia Dixon, kazayla anahtarını evde unutmuş ve sokakta kaldığı sırada
postacı ona doğru yaklaştı.?
-Bayan Dixon! Üzgün görünüyorsunuz, bir sorun mu var?
-Ne yapacağımı bilmiyorum. Kapıda kaldım. Anahtar evde ve yedeğini bıraktığım komşum şehir dışında. Kocamda anahtar var, fakat o da şehir merkezinde bir
otelde konferansa katıldı.Ona ulaşabileceğimi sanmıyorum. Eve nasıl gireceğim??
Postacı kadını sakinleştirmeye çalıştı ve ona bir çilingir çağırmasını
tavsiye etti.
-Sanırım yapabileceğim tek şey bu, fakat doğruyu söylemek gerekirse, çilingirler dünya kadar para alıyorlar.Oysa şu anda üzerimde bir kuruş bile yok.? Postacı kadının derdine ortak oldu. Kadının başka çaresi yoktu.?
-Gitmem gerekiyor, buyrun mektubunuzu. Kim bilir,içinde belki sizi neşelendirecek güzel haberler vardır.? Julia zarflara baktı. Kardeşi Jonathan'dan bir mektup vardı. Geçen hafta onları ziyaret etmiş ve birkaç gün kalmıştı. ? Neden bu kadar çabuk mektup yazdı acaba?? diye mırıldandı Julia. Zarfı yırtıp açtığında, avucuna bir anahtar düştü. Mektupta şunlar yazılıydı :
-Sevgili Julia. Geçen hafta sizde kalırken, siz alışverişe gittiğinizde kazayla kapıda kaldım. Komşunuzdan yedeğini istedim ama geri vermeyi unuttum. Bu mektupta onu da gönderiyorum.?
Kapalı bir kapıyla yüz yüze gelmiş ve kendinizi ümitsiz hissediyorsanız, bilin ki tüm kapılar zamanı gelince içeri girmeniz için ardına kadar açılacaktır.

Hasret
 
Hasret Hanım'la, hemşire olarak çalıştığım hastaneye yattığı gün tanıştım. Hasret Hanım sedyeden alınıp yatağına yatırılırken, eşi de yanındaydı. Yakalandığı ince hastalık olarak adlandırılan vereme karşı amansız bir savaş veriyordu. Hastalığı son safhasında olmasına rağmen; teni bembeyaz, solgun yüzü, biçimli kırmızı dudakları olan, neşeli ve canlı bir hanımdı. Yatağına yerleştirdik. Kullanacağı tüm eşyalarını yerleştirdikten sonra:
"Başka bir ihtiyacınız var mı?" diye sordum.
"Evet" dedi. Çantamdaki kitaplarımı alabileceğim kadar yakınıma koyar mısın? Duygulu, hassas ve romantik bir hanımdı. İlerleyen günlerde ki konuşmalarımızdan pembe dizilere, aşk konulu filmlere ve romantik kitaplara düşkünlüğünü gördüm. Aramızdaki dostluk; her geçen gün ilerliyordu.
Bir ara baş başayken: "Evleneli nerdeyse tam yirmi beş yıl oldu. Yani tam bir çeyrek asır. Kadınları sürekli 'aptal kadın' gözüyle gören bir erkekle evlilikte ne kadar mutlu ve mesut olabilirsiniz? Bunun ne kadar can sıkıcı bir hayat olduğunu bilir misin? Onun beni sevdiğini biliyorum ama bu güne kadar bir defa dahi olsa 'seni seviyorum' demedi. Hakkını inkar edemem. Ne aç koydu, ne açıkta bıraktı. Her insanın karnını doyurabilir, sırtını giydirebilirsiniz. Ama onalrdan daha önemlisi oların kalbini, yüreğini, düşünce ve duygularını da düşünmek, doyurmak gerekmez mi?" Hastanenin bahçesindeki yaprakları dökülmekte olan ağaçlara bakarken; son günlerini yaşamaktaydı. İçini çekerek söyleniyor, gözlerinden sıcak bir damla yanaklarına doğru kayarak düşüyordu. "Bana 'seni seviyorum' demesi için neler vermezdim. Ama bu onun sanki tabiatına aykırı gibi bir insan o..."
Kocası ise her gün Hasret Hanım'ı ziyarete geliyordu. Önceleri, Hasret Hanım yatağında kitabını okurken veya televizyon seyrederken, o da yatağının ayak ucunda oturuyordu. Hasret Hanım, daha sonraki günlerde, uzun saatler uyurken; odanın dışındaki koridorda aşağı yukarı veya hastanenin bahçesinde yürüyerek geçiriyordu. Çok geçmeden, Hasret Hanım hiç kitap okuyamaz oldu. Uyanık olarak geçirdiği süreler, dakikalarla ölçülür olmuştu. Ben ise vaktimin çoğunu onun yanında kocasıyla ile geçiriyordum.
Bana müteahhitlik yaptığını ve sık sık avlanmaktan zevk aldığını anlatmış. İki kız çocukları olmuş, birini yıllar önce yuvadan uçurmuşlar diğeri ise başka bir şehirde üniversitede okuyormuş. Hasret Hanım, bu amansız hastalığa yakalanana kadar, birlikte baş başa geçen, hayatın tadını çıkarmak adına bir çok seyahat ve gezi yapmışlar. Mesut Bey, eşinin yavaş yavaş ölüme yaklaştığı gerçeği karşısında, duygularını bir türlü dile getiremiyordu. Bir gün kafeteryada birlikte kahve içtikten, konuyu kadınlara ve biz kadınların yaşamlarında romantizme ne denli gereksinim duyduğumuza, eşimizden romantik sözler, mesajlar, kartlar ve aşk mektupları almaktan ne kadar hoşlandığımıza getirdim.
"Hasret Hanım'a kendisini hiç sevdiğini söylediniz mi?" diye sorduğumda, bana tuaf bir şey söylemişim gibi garip garip bakmıştı.
"Söylememe gerek var mı?" dedi.
"Kendisini sevdiğimi zaten o biliyor!"
"Elbette biliyor." Dedim ve uzanıp elini tuttum.
Elleri sıradan bir erkeğin ellerinden daha sertti. Bir kazma kürekle çalışan birinin ellerinin olması gerektiği gibiydi... O anda tutunabileceği tek şeyin elindeki fincanmış gibi sıkı sıkıya ona yapışmıştı.
"Mesut Bey, Her kadın sevildiğini, seven için 'ne anlama geldiğini bilmek' ister. Bunları hiç düşündüğünüz oldu mu?"
Birlikte Hasret Hanım'ın odasına doğru yürüdük. Mesut Bey, odaya girdi. Ben ise diğer hastaları ziyarete gittim. Daha sonra, Mesut Bey'i Hasret Hanım'ın yatağının kenarında oturduğunu, onun elini tuttuğunu gördüm.
İki gün sonraydı. Sabah hastaneye gitmiştim. Mesut Bey, koridorun duvarına yaslanmış, gözlerini yere dikmişti. Hasret Hanım'ın güneşin yeni bir gün için doğmakta olduğu; sabah 05:45'de öldüğünü; baş hemşireden öğrendim. Mesut Bey beni görünce yanıma geldi. Gayri ihtiyari bana sarıldığında; bütün bedeni titriyordu. Gözleri kızarmıştı ve yanakları gözyaşlarının izleri vardı. Sonra, sırtını duvara yasladı ve derin bir nefes aldı.
"Sana bir şey söylemeliyim" dedi.
"Ona sevdiğimi söyledikten sonra kendimi çok iyi hissettim." Sustu ve başını kaldırdı. "Söylediklerinizi uzun uzun düşündüm. Bu sabaha karşı ona: 'kendisini ne kadar çok sevdiğimi, onunla evli olmaktan ne kadar mutlu olduğumu' söyledim. Onun ne kadar güzel gülümsediğini görmeliydiniz!"
Hastaneden götürülmek üzere; hazırlıkları yapılan Hasret Hanım'a veda etmek için odasına girdim. Hasret hanım'ın yüzü asudelik içindeydi. Bir ömür boyu beklediği sözü, yeni bir hayata başlamak üzere giderken; alabilmiş olmanın rahatlığı ve huzuru içinde gibiydi. Başucundaki komodinin üzerinde Mesut Bey'in yazmış olduğu bir Sevgililer Günü kartı duruyordu. Üzerinde:
"Sevgili Karıma... Seni Seviyorum" diye yazıyordu.
Daha sonraki günlerdeydi. Mesut Bey'le yolda karşılaşmıştım. "Onun değerini, onu kaybettikten sonra çok daha iyi anladım. Geçen gün bir yazı okudum. Keşke onu yıllar önce okusaymışım. İnsanlığın yüce rehberinin bir hadisi şerifinde:
"Erkek hanımının yüzüne güler yüzle bakarsa 'bir köle azat etmiş sevabı', tebessüm ederse 'haç ve umre etmiş sevabı' kucaklar ve severse 'sıddıklar' sevabı yazılır" diyordu. "Bu hadisi şerifi okuduktan sonra daha da iyi anladım ki' Söyleyenin kendisinden hiç bir şey eksilmediği halde; 'Seni seviyorum' dememekle; biz erkekler ne kadar da cimriymişiz meğer!..." diyordu.

Çanakkale Savaşından Bir Anı
 
Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin
Mallıca
> köyünden 104 yaşında Azman Dede idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın
boyu,dev
> görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye
başlamış,soyadı
>kanunu çıkınaca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta
> unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü
> kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden
biri
> yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun
> sesine alışkın olduğundan anladı. Sordukları mı cevapladı . Söz
> Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar
içinde
> ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle
bize
> de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :
>
> -"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye
istedi.
> Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi
askere
> alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta
üç-dört
> asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı
>gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla
> üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna
> hazırlıyordu.
>
> Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen
çocuklar
> birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu;
> "Yavrum siz kimsiniz?",içlerinden biri; "Mektebi Sultanisi
talebeleriyiz
> Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o
çocuklara.
> Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.
> Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü
böyle
> takılır.
> Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir
gösterdim.
>
> Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün
ışımadan
> biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır
gibi
> olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi
bombalamaya
> başladı lar. Yer gök top sesleriyle inliyordu.Her mermi düştüğünde
minare
> gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak
gibi
> parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler
üzerimizden
> ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara
> yüzbaşı "Azman yandık!.." diye
> siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki
çiçek
> toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir
yumak
> gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği
ile
> ilk defa karşılaşıyorlardı.
> Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı.
> Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru
> yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
>
> Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
>
> Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
>
> Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
>
> Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
>
> Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra
biri
> daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha
söylüyorlar.Avaz
> avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü
takmış,
> tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından
> fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı .
>
> O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün
> tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam
o
> anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
> İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere
geri
> düştüler. Kucağıma dökülüverdiler.Onların o gül gibi yüzleri gözümün
> önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara
> ağlıyorum!.."
>
> Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.
>
> Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep
ağlar.
> Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." dedi.

Yarım Kalan Aşk
 
Rasim, bir aksam okuldan döndüğü vakit, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kağıt üstüne, su satırlar yazılıydı:

"Rasim Bey, Ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizin kariniz olmaktır. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki, çok az sokağa çıkmama müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden sevgiliniz ve nisanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canim sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır."

On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi, Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yas büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.

"Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen bir zavallı kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz misiniz?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak, kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia ayni zamanda meraklı bir kızdı. Bazen söyle sorular sorduğu da oluyordu:

"Evlendigimiz zaman balayımızı geçirmek için acaba İtalya'ya mi gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yasar ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?" Yahut da "Sen Abdülhak Hamit Bey'in Esber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...
" Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için, coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.

Bedia bir mektubunda ona söyle darıldı: "Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın sevgilisi olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim."

Rasim fena halde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı. Bedia bir kere de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikayet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların pesinde mi geziyordu?

Rasim dünyada Bedia'sindan başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu. Bir aksam, Rasim'in annesi Nedime Hanim kocası Ahmet Beyi matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla:

"Ah Bey,başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim'in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul."

Ahmet Bey'de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak:

"Korkma Hanim," dedi, "oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler, ne ben, bütün gayretimize rağmen, ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum.

Rasim'in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yeni yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de eski yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim."

Çarşambayı Sel Aldı
 
Ahmet, Abdal Deresi'nin kiyisindaki yoksul köylülerden birinin ogluydu. Kara sevdasi karsilik bulmus, Melek ona kalbini açmisti. Nisanlandilar ve Ahmet askere gitti. Aga oglu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu. Melek, Mehmet Ali'yi reddedince, aga oglu ve adamlari tarafindan daga kaldirildi. Kötü haberi alinca firar eden Ahmet, silahini alip, yollara düstü. Gece gündüz Melek'i aradi. Bir gün yagmur yagdi, Yesilirmak tasti. Çarsamba bir anda göle döndü. Sel, Canik Daglari'ndan asagi bir çig gibi, önüne kattigi herseyi sürükledi. Selin ardindan hayat yeniden normale döndü. Abdal Deresi'nin Yesilirmak'a döküldügü yerde ahali toplandi. Derenin nehre baglandigi yerdeki kayanin üstünde, selin getirdigi iki kisinin cesedi görüldü. Cesetler, Melek ve Ahmet'e aitti. Elele tutusmus öylece yatiyorlardi.
Rivayete göre büyük kaya parçasi, yedi yerinden ayrildi ve her birinden bir servi boyu su fiskirdi. Ahali dua etti. Dualar, yillardir can alan, insanlarin acisini dile getiren dizelere dönüstü.' Çarsamba'yi sel aldi' türküsü de, o aci miriltilardan dogdu. Kayanin bulundugu yere daha sonra bir su degirmeni kuruldu ve o yöre 'Degirmenbasi' olarak anildi. Ahsap degirmenin yedi tasi vardi. Yedi oluguna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sag ve sol omuz üzerinden yediser kez su atmak ugur sayildi. Her Hidirellez'de tekrarlanan gelenek, 1970'lerde degirmenin yikilmasina kadar sürdü.

Kıssa'dan Hisse
 
Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki,
padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve
gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a
çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir
dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan
bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
-- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
-- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık
komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar...
Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem
şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli
kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir
cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını
gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem...
Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.
Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,
paklanması var. Tekfini, telkini...
-- Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den,
en azından Fatih Camii'nden...
-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola
koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur
ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş;
ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında.
Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur
dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar,
musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli
vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik
cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi
dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah
garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim
sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi
metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar
nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;
elindekini avucundakini verir
satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
-- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben
menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal.
Hucceti islam okurdum...
-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep
uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında
durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle
böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.
inan cenazen kalacak ortada...
-- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını
kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla
bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

Leyla ile Mecnun
 
Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur.
Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır.
Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen
bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.
Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez.
Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner,
başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.

Mecnun' un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun
(deli, çılgın) oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur.
Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve
mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz.
Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür.
Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn,
kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."

Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar.
Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir.

Bir zaman sonra âilesi, Leylâ' yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir.
Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de
mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm' ı vuslatından uzak tutmayı başarır.

Mecnûn, çölde, Leylâ' nın evlendiğini arkadaşı Zeyd' den işitince çok üzülür.
Leylâ' ya acı bir sitem mektubu gönderir.
Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn' a anlatır.
Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.

Bir müddet sonra Mecnûn' un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner.
Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn' u çölde aramaya başlar.
Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın
maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn' u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz.
Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer.
Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ' nın ölüm haberini öğrenir.
Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;

"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez
Cânânsuz cihân gerekmez."

Der, kabri kucaklayarak ölür.

Bir müddet sonra Mecnûn' un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında,
Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür.
Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki:
"Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ' dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri,
aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

İKİ SAMİMİ DOST 
Çok samimi iki dost ve arkadaşlardı. Fakat bir tanesi çok kurnaz, atılgan ve hareketli, diğeri ise çok saf, dürüst ve sessizdi.

Bir gün kurnaz olan arkadaş , diğer arkadaşın yanına giderek işlerinin bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kırmaz ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir.

Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir. Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadaşının yanına gider ve arkadaşının evlenmek üzere olduğu nişanlısını çok beğendiğini ve kendisine vermesini ister.

Arkadasi çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez. Fakat aralarında o kadar kuvvetli bir sevgi vardır ki arkadaşına hayır diyemez, nişanlısını arkadaşına verir. Zaman içinde Saf olanın işleri bozulur ve birden arkadaşı aklına gelir...(ben ona sıkıştığında iyilik yapmıştım diyerek) arkadaşının iş yerine gider ve kendisine çalışması için iş vermesini ister.

Arkadaşı ona iş vermez.

Bizimki pişmanlık ve üzüntü içinde geri döner ama yine de arkadaşına kızamaz.

Bir gün sokakta dolaşırken yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır, fakir olduğu için ilaç alamadağını söyler. Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istediği ilaçları alır ve adamcağıza verir.

Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar. Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasini kendisine bırakmıştır. Saf adam artık zengindir.

Biraz da sevdiği dostuna olan kırgınlığıyla dostunun iş yerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir.

Bir gün evinin kapısını dilenci bir kadın çalar.

Yaşlı kadın çok aç olduğunu, kendisine yemek vermesini ister.

Bizim saf hiç düsünmeden kadını içeri alır karnını doyurur, Kimsesi olmadığını öğrendiği kadına;

Kendisinin de yanlız olduğunu söyler ve bu evde birlikte yaşıyalım sen evin işlerini ve yemekleri yaparsın der, yaşlı kadın hiç düşünmeden kabul eder.

Bir süre sonra yaşlı kadın bizimkine, kendine uygun bir kız bulup evlenmesini söyler, bizimki böyle bir kıza nasıl ulaşacağını, kendisinin tanıdığı olmadığını söyler.

Yaslı kadın ona uygun bir kız tanıdığını ve kendisiyle görüştürebileceğini söyler. Görüşmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır.

Bizimkisi kırgın oldugu halde çok samimi dostunu yinede unutamamıştır ...

Biraz da geldigi konumu görmesi açısından samimi arkadaşına da davetiye gönderir.

Düğün günü gelir çatar.

Saf adam düğün salonunda bir şeyler söylemek isteğiyle mikrofonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya;

Eskiden çok sevdiğim bir dostum vardı. Bir gün işleri bozulunca benden borç para istedi elimdeki bütün parayı verdim. Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendiğini söyleyerek benden istedi.
Çok üzülerek onu da kendisine verdim. Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim.
İşlerim bozulduğunda onun fabrikasına gittim ve çalışmak için kendisinden iş istedim. Bana iş vermedi.
Çok üzüldüm, ama yinede arkadaşıma kızmıyorum çünkü biz gerçek dosttuk.



Bu konuşma üzerine kurnaz olan arkadaşı daha fazla dayanamaz mikrofonu
eline alır ve başlar konuşmaya;

Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı. İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim, bütün parasını bana verdi. Sonra ondan nişanlısını istedim, üzülerek nişanlısını da verdi .

Nişanlısını istememin nedeni o kadının arkadaşıma layık olmamasıydı.

....... Kendisi çok saf oldugu için arkadaşımı o kadından bu şekilde kurtardım.

İşleri bozulduğunda gelip benden iş istedi, arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım, o yüzden iş vermedim. Günün birinde karşılaştığı yaşlı adam benim babamdı.

Babam ölmek üzereydi, onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım.

Evine gelen dilenci kadın benim annemdi, ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için gönderdim.

Şu anda evlenmekte olduğu kişi de benim kız kardeşim.

Onu arkadaşımla evlenmesine ben ikna ettim. Herşey senin içindi...

İnsan dostu için yaptıklarını mecbur kalmadıkça açıklamaz..

Tüm yakınlık duyduklarınıza birde bu gözle bakın...
Siz farketmeden sizin için kim bilir neler yaptılar

Tek Kanatlı Melek
 
Ölüp cehenneme giden bir adam hakkındadır bu öykü. Şeytan bu adamı
nefis
yemek kokuları gelen bir odaya götürür. Odanın ortasında büyük bir
tencere
ve çevresinde oturan insanlar vardır. Bu çok zayıf, bir deri bir kemik
kalmış insanlar acıyla inlemektedir. Cehenneme yeni gelen bu adam
tencerenin
çevresindeki insanların ellerinde kepçeye benzer, uzun saplı kaşıklar
görür.
Kaşıklar ellerine bağlıdır. Kaşığı tencereye daldırabilmekte ama hiçbir
şey
yiyememektedirler. Çünkü kaşıkların sapı o kadar uzundur ki,
ellerindeki
kaşıkları bir türlü ağızlarına götürememektedirler...
Lütfen der adam 'bana bir de cenneti gösterir misin?

Elbette der şeytan; ''Sonsuzlukta birkaç dakikanın ne önemi var'' der
ve onu
cennete götürür.

Adam cennete girince hem çok şaşırır hem de kafası karışır. Gördüğü
manzaranın cehennemdekinden hiçbir farkı yoktur. Yalnızca insanlar
mutlu ve
sağlıklıdır, kahkahalarla gülmektedirler.

''Anlayamadım der. Herşey aynı, herkesin ellerine bağlı uzun saplı
kaşıklar
var ve hepsi de bir tencerenin çevresinde oturuyorlar. Farklı olan
nedir?
Neden burası cennet ''Şeytan adamın sorusunu yanıtlamaz.tam çıkarken,
adam
başını bir kez daha çevirir ve olan biteni anlar. Herkes ellerindeki
uzun
saplı kaşıklarla birbirlerini beslemektedir.....!

Sonuç olarak, ''Hepimiz bir bütünün parçasıyız ve hepimizin bir
başkasına
gereksinimi var..! Hepimiz birbirimizin tek kanatlı meleğiyiz.
Uçabilmemiz
için kucaklaşmamız gerekir''

Sihirli macera
 
Betül, üzüm gözlü, buğday tenli, uzun siyah saçlı şirin bir kızdı. İlkokul bire gidiyordu.
Çok yakında ikiye geçecekti. Okulda çalışkan ve başarılı bir öğrenciydi. Öğretmenleri ve arkadaşları tarafından çok seviliyordu. Bu yaz diğer yazlar gibi neşeli geçmiyordu. Ne tatile ne de anneannesini ziyarete gidiyorlardı. Anne ve babası çalıştığından, evde her zaman yalnızdı. Bütün arkadaşları tatil yapmak için gitmişlerdi. Arkadaşsız bir başına kalmış, canı sıkılıyordu. “Kimbilir nasıl eğleniyorlardır’’ diye düşünüp derin bir of çekti. O da bir yerlere gitmek istiyor, canının sıkıntısını gidermek için ne yapması gerektiğini düşünüyordu.
Birden masanın üzerinde duran renkli boya kalemleri gözüne çarptı. “Evet ya, ne zaman renkli boyalarla resim yapsam kendimi daha iyi hissederim’’ diye düşündü.
Büyük bir hevesle masanın başına geçti. Büyücek bir resim kağıdını ve renkli boya kalemlerini önüne çekti. Az önce anneannesini ne kadar özlediğini hatırlamıştı. Bu özlem, içinde iyice büyümüştü. Onu çizerek özlemini giderebilirdi. Birden ona daha yakınlaştığını hissetti. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle resmi çizmeye başladı.
Betül’ün anneannesi , tombul ve dünya tatlısı bir kadındı. Gözleri sevgiyle ışıl ışıl parlardı. Gözünün önüne gelen bu tatlı kadını, iki dakikada çiziverdi. Saçları ne kadar da beyazlaşmıştı. Bu düşünceyle saçlarını pamuk beyazına boyadı. Elbiseleri her zaman tertemizdi. Üstünden hiç çıkartmadığı mutfak önlüğünü maviye boyadı. Sıra yine ayağından hiç çıkartmadığı terliklere geldi. Betül, köpek desenli bu terliklerden küçükken çok korkardı. Sanki onun arkasından yürüyüp, kendisini yakalayacaklarını zannederdi. Anneannesinin resmini bitirdikten sonra resme uzun uzun baktı. Bir an sanki onu omuz başında hisseti. Kendini tutamayıp resme kocaman bir öpücük kondurdu.
Aman Allah’ım ! Neler oluyordu? Betül, binlerce yıldızın çakması ile resmin içine giriverdi. Birden kendisini, anneannesinin kucağında buldu. Bu ne güzel şeydi böyle? Anneannesine sıkı sıkı sarıldı. Yanaklarından öptü, öptü....ama anneannesi hiç şaşkın değildi. O da şaşkınlığını hemen üzerinden atıp anneannesine daha sıkı sarıldı.Öpüşüp koklaştıktan sonra, özlediği köyünü görmek için onunla elele gezintiye çıktı. Uzun bir yürüyüşten sonra acıktılar. Karınlarını doyurmak için evlerine vardılar. Evden çıkmadan önce Betül ve anneannesi portakallı kurabiye yapmışlardı. Bu lezzetli kurabiyelerden yiyip, meyve sularını içtiler. Ama nedense Betül’ünkiler daha çabuk bitmişti. Acaba kurabiye tabağı ve çay fincanı sincap desenli olduğundan mı?
Betül:
-Anneanneciğim bu kurabiyelerine bayılıyorum. Annem senin kadar güzel yapamıyor, dedi.
-Afiyet olsun, canım, diye cevap verdi anneannesi.
-Anneanne biliyor musun, ben resim dersinde çok iyiymişim.
-Öğretmenin mi söylüyor?
-Evet, o söylüyor?
-Neler yapıyorsun bakayım?
-Manzara resmi yapıyorum. Sonra insanları ve hayvanları da çiziyorum. Bugün de sen aklıma geldin, seni çok özlediğimi hissetim ve resmini çizmeye başladım. Resmi bitirdikten sonra yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Birdenbire hoop resmin içine giriverdim.
-Allah Allah, sen öyle şeyler de mi yapıyorsun, tatlı cadım benim, diyen anneannesi, gülerek Betül’ün başını okşadı. Betül cin gibiydi. Anneannesinin kendisine inanmadığını anladı ama sesini çıkartmadı.
Akşam olmuştu. Betül, anneannesine sofrayı kurmakta yardım etti. Yemek yedikten sonra anneannesine bir ağırlık çöktü. Koltuğa uzandı, şekerleme yaparken uyudu kaldı.
Betül yine yalnız kalmıştı. Anneannesinin horultusu öteki odadan duyuluyordu. Yine canı sıkılmaya başlamıştı. O da boya kalemlerini çıkarıp resim yapmaya başladı.
Aklına arkadaşları Zuhal, Ali, Olcay gelmişti. Beraber olduklarında yaptıkları şeyleri hatırladı. “Şimdi ne güzel eğleniyorlardır” diye iç geçirdi. “Keşke onlarla beraber olsam” diye düşündü. Arkadaşlarını özlemişti. Bu özlemle onları birer birer çizmeye başladı.
Öncelikle kısa saçlı, çilli yüzlü, afacan bakışlı, çelimsiz vücutlu bir kız çizdi. Bu en sevdiği arkadaşı Zuhal’di.
Olcay, evet sıra Olcay’daydı. Olcay’ı, Zuhal’i sevdiği kadar çok sevmezdi. Onunla olur olmaz şeyler yüzünden sürekli kavga ederlerdi. Bu kavgaları her zaman Olcay başlatırdı. Yine bu kavgalardan birini hatırlayınca onu çizmek hiç içinden gelmedi. Ama Zuhal, Olcay’ı sevdiğinden yine de onu çizdi.
Arkadaşı Ali çok sakindi. Pek konuşkan değildi. Zuhal gibi çok iyi huyluydu. Üçü biraraya geldiklerinde çok eğlenirlerdi. Ali’yi de bir çırpıda çiziverdi. Aklına anneannesini çizdikten sonra onu öptüğü an geldi. Yüzlerce, binlerce yıldızın çakması ile resmin içine girip kendisini anneannesinin yanında buluvermişti. Yine aynı şeyi yapabilirdi. Resme kocaman bir öpücük kondurdu.
Betül bu sefer arkadaşlarından oldukça uzağa düştü. Ama onların bulunduğu yeri yine de görebiliyordu. Bardaktan boşanırcasına da yağmur yağıyordu. Betül’ün üzerinde incecik bir tişört ve şorttan başka bir şey yoktu. Hem üşümüş hem de çok ıslanmıştı. Yürümeye başladı on dakika sonra kampa yaklaştı. Bu arada yağmur da dinmişti. Koşar adımlarla yürürken Zuhal’le karşılaştı.
Zuhal:
-Betül ,sen ne arıyorsun burada? diye sordu.
-Sizi ziyarete geldim, dedi Betül. İyi ki de gelmişim değil mi? Beni gördüğüne sevinmedin mi?
-Sevinmez miyim? Birden seni görünce şaşırdım da. Ayşe Teyze nerede?
Betül, arkadaşına doğruyu söylemedi. Çünkü arkadaşının ona inanmayacağını biliyordu.
-Annem beni bırakıp gitti. İşi varmış. Ben de o gelinceye kadar sizinle kalacağım, dedi.
-Öyleyse haydi bize gidelim. Ben de kahvaltılık birşeyler almıştım marketten.
Arkadaşları, Zuhal’in yanında Betül’u görünce bir çığlık kopardılar. Herkes Betül’ün gelmesine çok sevinmişti. Kucaklaştılar, sohbet ettiler. Dışarıda oynayacakları sırada yeniden yağmur başladı. Hepsi çok üzüldü. Ama biraz sonra Betül:
-Şöyle büyük bir resim yapalım mı? Herkesin bu resme katkısı olsun, dedi.
-Aaa çok güzel bir fikir, haydi yapalım, diye arkadaşları hep bir ağızdan bağırdılar. Dört, beş kağıdı bantladılar ve kocaman bir resim kağıdı elde ettiler.
Ali:
-Bence şöyle çok güzel bir sirk resmi yapalım, dedi.
Olcay:
-Hayır, bence ormanda piknik yapan çocukları çizelim, diye atıldı.
Zuhal:
-Bence gökkuşağının altında oyun oynayan çocukları çizelim, dedi. Ama Betül’ün kafasında bambaşka bir şey vardı.
-Çocuklar, eğer bir ülkenin resmini yaparsak, oralara gidip gezme maceramız da olur, diye öneride bulundu. Bunun üzerine tüm arkadaşları:
-Nasıl yani, diye hep bir ağızdan bağırdılar. Betül de açıklamaya başladı:
-Ben, önce bir resim yapıyorum. Sonra onu öpüyorum. Hooooooooop resmin içine giriveriyorum. Oradan da resmini çizdiğim yere gidiyorum.
Arkadaşlarının içinde kimse ona inanmadı. Birbirlerine soran gözlerle baktılar.
Betül:
-İnanmazsanız deneyelim, o zaman göreceksiniz, dedi. Zuhal atıldı:
-Haydi deneyelim ve görelim! dedi büyük bir hevesle.
Yuvarlak büyük bir masanın etrafına hep beraber oturdular. Uzun süre hangi ülkeyi çizeceklerini tartıştılar. Sonunda kanguruların ülkesi Avustralya’yı çizmeye karar verdiler. Çocukların hepsi de birer kanguru çizmeye başladı. Sonra her birinin çizdiği kanguru sayısı ikiye üçe yükseldi. Hepsi bir ağızdan:
-Haydi bakalım, o dediğin şeyi yap da görelim, diye bağırdılar. Betül:
-Madem hepimiz gitmek istiyoruz. Elele tutuşalım. Ben bir-iki-üç dediğimde resmi öpelim, dedi.
Arkadaşları Betül’ün söylediğine inanmasalar da onun dediğini yaptılar. Aman Allah’ım! Birden yüzlerce, binlerce yıldızın çakması ile çığlık çığlığa resmin içine girdiler. Gözlerine inanamadılar. Kendilerini Avustralya’nın orta yerinde buldular. Ali çizmiş olduğu kanguruyu hemen tanıdı:
-Bu benim çizdiğim kanguru, diye koşarak onun yanına gitti. Kanguru Ali’den kaçmadı, onu kesesine bile koydu. Zıp zıp zıplayarak onu bir güzel gezdirdi. Ali:
-Arkadaşlar, haydi siz de yapın çok eğleneceksiniz, diye bağırdı.
Arkadaşları şaşkınlıklarını üzerlerinden hemen attılar. Herkes kendi çizdiği kangurunun yanına gitti. Onlar da Ali’nin yaptığının aynısını yaptılar. Zuhal:
-Betül, sen benim çizdiğim kangurunun içindesin. Seninki yeşildi ,dedi.
Betül:
-Sen de benimkinin içine gir. Ne olmuş yani. İşte benimki şuradaki, diye bağırdı.
Vakit iyice ilerlemiş, artık hava kararmıştı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Hepsi çok eğlenmişlerdi. Eve gitme vakti gelmiş, geçiyordu bile. Zuhal:
-Peki evimize nasıl gideceğiz? Hava da kararmak üzere, diye korku ile bağırdı.
Ali:
-İlerideki şu küçük kulübede orman bekçisi var. Ona gidip şehre nasıl ineceğimizi soralım, diye öneride bulundu.
Betül ve arkadaşları orman bekçisine gittiler. Kulübenin kapısını hızlı hızlı vurdular.
Bekçi karşısında çocukları görünce:
-Siz de nereden çıktınız çocuklar? diye şaşkınlıkla sordu.
Ama ne yazık ki çocuklar Bekçi Amca’yı anlamıyorlardı. Ali:
-Ne olacak şimdi, hiçbirimiz İngilizce bilmiyoruz. Nasıl anlatacağız derdimizi, diye korku dolu gözlerle sordu. Bekçi Amca:
-Korkmayın çocuklar, inanmayacaksınız ama ben konuştuğunuz dili biliyorum. Sadece sizin dilinizi değil, birkaç dili biliyorum, deyince çocuklar sevinçle birbirlerinin yüzüne baktılar. Hep bir ağızdan:
-Bekçi Amca, bizi şehre kadar götürebilir misin? diye bağırdılar. Bekçi Amca:
-Söyleyin bakalım, bu akşam karanlığında nereye gidiyorsunuz ?
Bekçi Amca’nın kendilerine inanmayacaklarını bildiklerinden, çocuklar:
-Yolumuzu kaybettik Bekçi Amca. Allah’tan karşımıza sen çıktın. Biz şehirde oturan teyzemize misafir gelmiştik. Bizi şehre kadar bırakabilir misin? diye sanki aynı sözleri sözleşmiş gibi hep bir ağızdan bir çırpıda söylediler. Sonra buna kendileri de şaşırıp, gülerek birbirlerini yüzüne baktılar.
Bekçi Amca:
-Atlayın arabaya sizi götüreyim, deyince çocuklar Bekçi Amca’nın kamyonetinin arkasına doluştular. Şarkılar söyleyerek şehrin yolunu tuttular.
Ali :
-Bakın şu ileride kütüphane binası var galiba, dedi. Betül:
-Evet, orada duralım ki geldiğimiz gibi gidebilelim, diye atıldı.
Bekçi Amca’ya seslendiler. Evet, Ali haklıydı. Orası kütüphane binasıydı. Bekçi Amca’dan, kendilerini oraya bırakmasını istediler. Çocuklar el sallayarak bekçiden ayrıldılar.
Olcay:
-Kapısı nerede bu büyük binanın? dedi, telaşla.
-İşte şu kalabalığı görüyor musunuz? Orası olmalı, diye cevap verdi Betül.
Dördü birden büyük kapıdan içeri girdiler. Sessiz salonun merdivenlerinden yukarı çıktılar. Çocuk bölümü olduğunu anladıkları salonun kapısını aralayıp, sessizce içeri süzüldüler. Çevresinde çocukların bulunduğu, üzerinde renkli boya kalemleri, resim kağıtları olan bir masaya oturdular. Hiç gürültü yapmadan, aralarında fısıltıyla konuştular ve anlaştılar. Hepsi de kendi evlerinin resmini çiziyordu. Betül:
-Ben bitirdim arkadaşlar, sizler de bitirin ki hep beraber evimize gidelim, dedi..
Betül ve arkadaşları resimlerini bitirdikten sonra elele tutuştular. Yaptıkları resme kocaman bir öpücük kondurdular. Yüzlerce binlerce yıldızın çakması ile evlerine geri gittiler.
Hepsi de inanılması güç, harika bir gün yaşadıkları için çok mutluydu. Betül arkadaşlarını merak ettiğinden onlara telefon etmek istedi. Zuhal’i aradı:
-Alo Zuhal, ben Betül kampa vardınız mı diye merak ettim de.
-Evet, geldik geldik. Ben de şimdi sana telefon edecektim. Çok güzel bir gün yaşattın bize, sana çok teşekkür ederiz. Yaşadıklarıma inanamıyorum. Rüyada gibiyim. Bunu tekrarlayalım mı ne dersin?
-Zuhal’ciğim, enerjim bir hayli tükendi. Bu macera beni çok yordu. Bilmiyorum tekrar denemek istediğimde bunu yapabilir miyim? Ama denerim. Ali’den haberin var mı?
-Evet, biraz önce telefon etti. Kendisi çok mutlu. Bilmek istersen, Olcay da yaşadıklarına inanamıyor. O da çok mutlu.
-İyi, iyi.Zuhal, yarın görüşürüz. Sakın kimseye bir şey söyleme. Bizlerin arasında kalsın. Saat epeyce geç olmuş. Haydi yatalım artık, daha sonra tekrar görüşürüz.
Betül ve arkadaşları olağanüstü bir gün yaşamışlardı. Hepsi bu mutlulukla gözlerinden uyku akarak yataklarına yattılar. Hepsi de “iyi ki birbirimizle çok iyi anlaşan arkadaşlarız, İyi ki iyi geçiniyoruz, iyi ki hep beraberiz” gibi düşüncelerle uykuya daldılar. Güzel rüyalara yelken açtılar.
Belki de onların böyle güzel bir gün yaşamalarının sebebi, Betül’ün arkadaşlarından ve anneannesinden aldığı güzel duyguları enerjiye çevirmekteki yeteneğiydi. Ne dersiniz çocuklar?

Bebek
 
Genç kadın bebegin güzelligi karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bi burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördügü en cana yakın kız çocuguydu.
Onun ipek yanaklarını doya doya öpmek ve cennet kokusunu içine çekmek için egildiginde;
Dokunma bana...'' diye bir ses duydu.
''Beni okşamaya hakkın yok senin...''
Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka kimse yoktu içeride.
Aynı sesi tekrar duydugunda bebege döndü. Aman allahım!.. Yeni dogmuş görünmesine ragmen konuşan oydu.
''Bana yaklaşmanı istemiyorum'' diye devam etti.
''Hemen uzaklaş benden...''
Kadın, biraz olsun kendini toparlayarak:
''Çocuklarımız hep erkek oluyor'' dedi.
''Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.''
''Beni öpemezsin'' diye aglamaya başladı bebek.
''Benim de seni öpemeyecegim gibi...''
''Neden?'' diye sordu kadın. ''Neden öpemezsin ki?''
Bebek, hıçkırıklara bogulurken:
''Bunun sebebini bilmen gerekir'' dedi.
''Düşünürsen mutlaka bulacaksın...''
Kadın, neler olup bittigini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkarıp kadına uzatırken:
''Geçmiş olsun hanımefendi'' dedi.
''Başarılı bir kürtajdı dogrusu.
Ha..! Sahi, ''kız''mış aldırdıgınız bebek.''

Mutluluk Dügümleri
 
Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlıgına girdi; çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduguna inanıyordu.
Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı.
Mezar taşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 gibi birbiriyle hiç baglantısı olmayan rakamlar vardı.
Uzun uzun düşündü; fakat bu rakamların anlamını çözemedi.
Köyün en bilge kişisine gitti ve ona sordu:
''Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına? Bu rakamların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir?''
Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı:
''Bizler bebeklerimiz dogdugu zaman bellerine bir ip baglarız. Yaşamı boyunca her güldügü an, o ipe bir dügüm atarız. Öldükten sonra ise bellerindeki dügümleri sayar, dügümün sayısını mezar taşına yazarız.''
Bilge kişi, karşısındaki keşişin birşey anlamadıgını görünce açıklamasını sürdürdü:
''Böylece onun ne kadar 'Yaşamış' oldugunu anlarız!''

EVE YÜRUYÜŞ

 Ispanya' nin guneyinde Estopana isimli kucuk bir kasabada buyudum.16 yasindayken bir
sabah babam benden kendisini araba ile 30 kilometre uzaktaki bir koye goturmemi istedi.
 Ancak,onu Mijas 'a biraktiktan sonra arabayi bakim icin yakindaki bir tamirhaneye goturup birakmam gerekiyordu. Araba kullanmayi yeni ogrenmistim ve kullanmak icin de pek firsat cikmiyordu.
 Onun icin hemen kabul ettim. Babami hemen Mijas'a goturdum ve ogleden sonra 4' te almaya soz verdim.
 Sonra arabayi, tamirhaneye biraktim. Birkac saat vaktim vardi. Ben de, tamirhanenin yakinindaki bir sinemada bir-iki film izlemeye karar verdim.Fakat bu isten o kadar keyif aldim ki, bir-iki derken ipin ucu kacti. Son filmi izledikten sonra saate baktigimda 6 oldugunu gordum.
 Iki saat gec kalmistim. Film izledigimi biliyorsa babamin kizacagini biliyordum. Bir daha arabayi kullanmama izin vermezdi. Ona tamirhanede arabanin isinin uzun surdugunu soylemeye karar verdim. Bulusacagimiz yere vardigim zaman babamin kosede oturmakta oldugunu gordum. Gec kaldigim icin ozur diledikten sonra ona arabanin isinin uzun surdugunu soyledim. Bunun uzerine bana nasil baktigini unutamam.
 "Bana yalan soyledigin icin cok uzuldum Jason"
 "Ne demek istiyorsun? gercegi soyluyorum."
 Babam bana tekrar bakti, " Sen gec kalinca, tamirhaneyi aradim ve bir sorun olup olmadigini
sordum. Bana senin henuz arabayi almaya gelmedigini soylediler. Yani araba ile ilgili bir sorun
olmadigini biliyorum." Birden ne kadar buyuk bir suc isledigimi anladim ve
babama gercegi itiraf ettim. Babam beni uzgun bir sekilde dinledi.
 "Kizginim, ama sana degil, kendime. Eger sen bunca yildan sonra bana yalan soyleyebiliyorsan demek ki ben iyi bir baba olamamisim. Kendi babasina bile yalan soyleyebilen bir cocuk yetistirmisim. Eve yuruyerek donecek neyi yanlis yaptigimi dusunecegim."
 "Ama baba, ev 30 kilometre uzakta ve hava karardi. O kadar yolu yuruyemezsin."
Babam ne ozur dilemelerime, ne itirazlarima kulak asmadi.Onu hayal kirikligina ugratmistim ve hayatimin en aci veren derslerinden birini almak uzereydim.Babam tozlu yollarda yurumeye basladi.

Ben de arkasindan araba ile izliyordum ve durmadan ozur diliyor ve arabaya binmesini rica
ediyordum. Ama beni duymazdan geliyor ve sessiz, dusunceli, uzgun bir sekilde
yurumeye devam ediyordu.

30 kilometre boyunca 10 kilometre suratle takip ettim.



Babamin hem fiziksel, hem de duygusal olarak bu kadar aci cekmesine tanik olmak
hayatimin en uzucu ve aci veren deneyimi olmustur. Ancak, ayni zamanda en buyuk hayat dersini de

bu olaydan aldigimi soylemeliyim. O zamandan beri asla yalan soylemedim.


Dua
 
Loise Redden isimli çok fakir giyimli bir kadın yüzünde bir hüzünle bir manava girer.

Dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır. Kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocuğu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler. John Longhouse isimli manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terk etmesini ister.

Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek, lütfen efendim der, paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim. John kendisine bir kredi açamayacağını çünkü onun eski bir müşterisi olmadığını, kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler.

O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir. İçere girerek John'a yaklaşır ve ben o kadının almak istediklerine kefilim der. Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver.

Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve bir alış-veriş listen var mıydı diye sorar Louise "Evet efendim" der. "Tamam" der manav. "Şimdi onu terazinin şu kefesine koy, onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım.!"

Louise bir an duraksar, sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir.

Manavın ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür. Manav müşteriye dönerek, kısık bir sesle, "İnanamıyorum." Der. İnanılacak gibi değildi. Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile, diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır.

Terazinin kefesi artık üzerindekileri almayacak kadar doldurduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir. Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler çiziktirilmis kağıdı eline alır ve okur. Bir de bakar ki orda bir alış-veriş listesi yoktur. Sadece bir dua yazılıdır.

"Tanrım neye ihtiyacım olduğunu sen bilirsin, kendimi senin ellerine teslim ediyorum."

Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür. Loise kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır. Müşteri John'un eline bir elli dolarlık tutuştururken, "her kuruşuna değdi" der.

Daha sonra John Longhouse terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür. Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Tanrı bilir.

Dua bizim için hiçbir maliyeti olmayan bedava bir hediyedir...

Baloncu   
 
 
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak: -Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra: -Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle. -Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak. -Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim. Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,baloncu ona doğru dönerek: -Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti vedallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek: -Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o? Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra: -Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al. Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncununuzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..

İki Erkek Kardeş
 
Erkek kardeslerin ikisi de babalarindan kalma çiftlikte çalisirlardi.
Kardeslerden biri evliydi ve çok çocugu vardi. Digeri ise bekardi. Her günün sonunda iki erkek kardes ürünlerini ve kârlarini esit olarak bölüsürlerdi.
Günün birinde bekar kardes kendi kendine:"Ürünümüzü ve kârimizi esit olarak bölüsmemiz hiç de hakça degil" dedi, "Ben yalnizim ve pek fazla gereksinimim yok."
Böylelikle, her gece evinden çikip, bir çuval tahili gizlice erkek kardesinin evindeki tahil deposuna götürmeye basladi. Bu arada evli olan kardes, kendi kendine :
"Ürünümüzü ve kârimizi esit olarak bölüsmemiz hiç de hakça degil, üstelik ben evliyim, bir esim ve çocuklarim var ve yaslandigim zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardesimin kimsesi yok, yaslandigi zaman hiç kimsesi yok bakacak" diyordu.
Böylece evli olan kardes her gece evinden çikip,bir çuval tahili gizlice erkek kardesinin tahil deposuna götürmeye basladi. Iki erkek de yillarca ne olup bittigini bir türlü anlayamadilar, çünkü her ikisininde deposundaki tahilin miktari degismiyordu.
Sonra, bir gece iki kardes gizlice birbirlerinin deposuna tahil tasirken çarpisiverdiler. O anda olan biteni anladilar. Çuvallarini yere birakip birbirlerini kucakladilar.
Hayattaki en yüce mutluluk, sevildigimize inanmaktir.

Gece Yarısı
 
Yıllar sonra çocuk evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Birgün,
gecenin
bir yarısı saat 3:30 civarları
telefonu çalmış. Telefondaki ses, annesinin sesiymiş çocuk;
- "Ne var Anne, ne istiyorsun bu saatte, neden beni rahatsız
ediyorsun ? Sabah arasan olmaz mıydı"
gibilerinden, annesini azarlayıcı sözler sarfetmiş. Annesi, biraz
buruk, biraz da ağlamaklı bir ses
tonu ile;
- "Bundan 25 yıl önce de bir gece yarısı 3:30 da sen beni
rahatsız etmiştin.
- " DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN OĞLUM "
demiş...

Turna Kuşu
 
Japonya'da atom bombası atıldıgında iki yaşında olan bir kız oniki yaşına geldiginde, maruz kaldıgı radyasyon nedeniyle kansere yakalanmış. Savaşta öksüz ve yetim kalan zavallıcık hastaneye yatırılmış. Ancak durumu ümitsizmiş.

Hastanedeki tüm doktorlar küçük kızın ölümü için gün sayarken, küçük japon kızı hayat doluymuş. Koridorda koşuyor, oynuyor ve diger hastalara yardım ediyormuş. Hastaların arasında en sevdigi kişi ise seksen yaşlarında, kendisi gibi kanser olan yaşlı bir kadınmış. Küçük Japon kızı, ölüm döşegindeki bu yaşlı kadını hiç yanlız bırakmamış. Kadın ölmeden hemen önce "Benim için çok geç ama bizim inanışımıza göre, eger bir kişi kagıttan bin tane turna kuşu yaparsa, her istedigi kabul oluyor. Ben yapamadım, sen yap ve kurtul!" demiş ve son nefesini vermiş.

Küçük Japon kızı çok üzülmüş ama hayatta kalma arzusuyla, geleneksel Japon sanatı olan origamiyle kagıttan turna kuşları yapmaya başlamış. Neşe içinde çalıştıgından ilk başlarda çok hızlı yapıyormuş. Bin tane turna kuşu yapması işten bile degilmiş. Fakat bu sırada da saglıgı bozuluyormuş. Bu hazin öykü önce yerel, sonra da uluslararası basında yer almış. Dünyanın dört bir yanından insanlar kıza binlerce turna kuşu göndermeye başlamışlar.

Ancak küçük Japon kızı, haberler basında elini kıpırdatamaz hale gelmiş. Hayattaki son saatlerini altı yüz yedinci kuşu yaparak geçirmiş. Kuşu bitirmiş; gözleri kapanırken hemşireler ve hastabakıcılar postadan çıkan yüzlerce origami turna kuşuyla odasına girmişler. Küçük Japon kızı, yüzünde bir tebessüm yatagında cansız yatıyormuş. Postacılar aylarca turna kuşu taşımışlar hastaneye.

Sayısı milyonlara ulaşan turna kuşları Japonya'da bir müzede sergilenmektedir.

Kanser
 
Doktor Serkan Acar beyin şaşkınlığını kanser olduğumu ve beynimdeki radyoaktif maddenin iki ay içerisinde ölümüme sebeb olacağını açıklamaya çalışırken gözlerinden okuyabiliyordum. Neden olmasındı çünkü bu üçüncü kez kansere yakalanışımdı. Bir insan üç kez mi kansere yakalanırdı?
Ümitsiz bir sesle devam etti " Göğüs ve cilt kanserlerini daha önce yenmeyi başarmışsınız. Yine başarabilirsiniz. Allah'tan ümit kesilmez"

hastaneden çıktığımzda hava kararmıştı ve umutsuz bir sonbahar yağmuru yağıyordu. Bir taksi çeviren kocam şoföre " konak pier " dedi. Oraya vardığımızda yağmur şiddetini iyice artırmıştı. Koşarak içeri girdik ve deniz manzarası olan bir kafenin cam kenarına oturduk. İkimizde sessizdik. Ben başımı pencereye dönerek denize düşen yağmur tanelerinin oluşturduğu noktacıkları izlemeye koyuldum. Kalbim güm güm vuruyor ve bu sefer ölümden çok korktuğumu düşünüyordum. Aslında kendim için değil küçük kızım için korkuyordum. Çünkü zavallıcık henüz sekiz yaşındaydı. Bu vahşi dünyada onu nasıl annesiz bırakabilirdim ben. Bu düşünceyle pencereden şiddetle yağan yağmuru izleyip sitemle "Allah'ım neden yine ben" diye mırıldandım. Sesimi duyan kocam bana doğru usulca uzandı avuçlarını yanaklarıma yapıştırarak gözyaşlarımı sildi. " hayatım " dedi, onunda gözlerinden akan acı yaşları görebiliyordum. Buna rağmen çok tatlı bakışları vardı. Lafını bitirmeesine izin vermeden " korkuyorum " dedim. " bu sefer çok korkuyorum, mücadele edecek gücüm kalmadı "
Ellerimi yanaklarıma kocamın ellerinin üzerine yapıştırdım ardından yüzümü çevirerek avuç içini tarif edilemez bir hüzünle öptüm. Ellerim benide şaşırtacak derecede titriyordu.
Kocam konuşmaya devam etti. " Pes edemezsin. Sende biliyorsun Önünde kalıcı eserler bırakabilmen için koskoca iki ayın var. Hem sen demiyormuydun -- bir gün herkes tarafından beğenilen resimler çizip ünlü olacağım -- diye. Hadi önümüzdeki iki ayı dolu dolu değerlendirelim." Kocam son derece içten konuşuyordu.
Titrek bir sesle " Öleceksem bile iz bırakarak öleceğim" diyerek kocamı tasdikledim.
Günler hızla ilerlemeye başladı. her gece ölümü hatırlayıp kızımı öpüyor, kokluyor kocamla vedalaşıyordum. Allah'ım ne kadar acı vericiydi bu. Öte yandan
Doktorun belirttiği iki ayı doldurana kadar gece-gündüz resim yaptım. Bana "anne" diyen öğrencilerimle daha fazla zaman geçirdim. Bu arada Mithatpaşa caddesi Asansör durağında " Obje Sanat Galerisini " açtım. Herşey mükemmel gidiyordu benim için. Ölümü bile unutmuştum. Fakat bir öğleden sonra öğrencilerimle birlikte çay içiyorken baygınlık geçirmişim. Beni hemen doktoruma götürmüşler. Uyandığımda kocamın, dostlarımın ve ailemin yanımda olduklarını gördüm. Değişik duygular içerisindeydim. Mutlu mu olsaydım üzülsemiydim? Hepsinin gözlerinde ölümümü gün be gün an be an izlemiş olmanın verdiği hüznü görebiliyordum. Ölüm bir insana bu kadar mı yaklaşırdı. Bir süre sonra doktorun odasına çağrıldığımda karmakarışık duygularla içeri girdim. Doktor tatlı tatlı gülümsüyordu, önce oturmam için yer gösterdi ve sonra konuşmaya başladı " kızım, sana önemli iki haberim var, bunların ilki, beyninde biriken ve kansere neden olan radyoaktif maddeyi terle atmışsın. aslında birkaç tahlil daha yapacağız ama bu formaliteden öteye gitmeyecek"
şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Doktor gözlerimdeki merakı anlamış olmalı ki daha açık bir şekilde hem heceleyerek hemde daha neşeli bir sesle " Ha-ya-ta ge-ri dön-dün" dedi.
Hayata geri dönmüştüm. Evet kızıma, kocama ve öğrencilerime geri dönmüştüm. İlacım resme ve insanlara duyduğum sevgi ve inandığım şeyler için çalışmamdı. Ağlıyordum. Hem gülüyor hem ağlıyordum. Ne garip birşeydi.
doktor devam etti " baygınlığının sebebini merak etmiyor musun "
" Ediyorum " dedim.
" iyi öyleyse sıkı dur," tüm dikkatimi doktora yönelttim, vurgulayarak devam etti " Tam iki aylık hamilesin "
O an yüksek tonlu bir çığlık attım. Sesten ürken kocam ve ailem son sürat odadan içeri girdiler. Şaşkınlardı. Kocamı görür görmez sımsıkı sarılarak " hamileyim, iki aylık hamileyim" diye çılgınca bağırdım.
Kocam ya hastalığın diye homurdandığında ise sevinçle " yendim, onuda yendim. Hayata üçüncü kez geri döndüm "

İşte böyle, beynimdeki radyoaktif madde beklenmedik bir surprizdi benim için. İlk duyduğumda söylenenlerin yalan olmasını o kadar çok istedim ki, bu gerçekle başa çıkmak kolay olmadı ama çalışarak atlattım. Yaşamdan kopmamak için resme sarıldım. Gece gündüz resim yaptım. Ve hala galerimdeki çocuklarıma dersler veriyor ve resim yapıyorum.

bülbül ile bağcı
 
Bülbül İle Bağcı
Gül bahçesi... Kırmızı, pembe, sarı güller... Çevreyi gül kokusuna boğan, rengarenk güllerin yetiştiricisi ihtiyar bir bağcıydı. Geçimini sağlamak bir yana, bir gülün açmasıyla sanki bayram ederdi. Bahçede değil de sanki kalbinde büyütüyordu tomurcukları.

Gül mevsiminde bağcı kendisini kaybederdi adeta.

Bu yıl yeni bir gülün aşısını yapmıştı. Açılmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Onu veren bahçıvan, "Bu gül, güllerin sultanıdır. Rengi, kokusu çok farklıdır. Diğer güllere benzemez." demişti.

Bağcı, gülü özenle büyütüyordu. Daldaki tomurcukları gözü gibi koruyordu.

Sonunda tomurcuklar goncaya dönüştü. Gonca patladı ve bahçeyi güzelliğe boğan bir gül çıkıverdi ortaya. Bağcının içi içine sığmıyordu sevinçten.

O günü akşama dek bağda geçirdi.

Gece uzadı da uzadı. Bağcının gözüne bir türlü uyku girmedi. Sabahı zor etti. Şafaktan sonra, günün ilk ışıklarıyla birlikte bağa gitti. Baktı ki ne görsün!

Bir bülbül, güle konmuş, hoyratça yapraklarını yoluyor.

Bağcı dehşet içinde olup biteni seyretti bir süre. Bülbülü yakalamak için çok uğraştı. Fakat kaçırdı.

Ertesi gün, bülbül yine aynı güle konmuş, kalan yapraklarını yolmuştu. Bağcı bu kez de bülbülü kaçırdı.

Artık kararını vermişti. Bir tuzak kuracaktı bülbüle.

Ustaca hazırladı tuzağı.

Bülbül geldi yine ağaca konmak için, bir güzel tuzağa düştü, bağcı alıp eve götürdü, kafese hapsetti.

Bağcı ertesi gün bülbülü kafeste bırakarak bağına gitti. Akşam dönüp geldi, ağlıyordu.

- Ben sana ne yaptım da beni buraya hapsediyorsun?

Sesimi beğendiysen kafese koymana gerek yok, ben, zaten senin bahçenin bülbülüydüm...

Bağcı:

- Sen, dedi, kızgın kızgın; benim en güzel gülümü yoldun.

- Nasıl olsa, birkaç gün sonra kendisi solacaktı, yaprağını dökecekti, dedi bülbül.

Bağcı baktı, doğru söylüyor bülbül... Kızgınlığı geçti, acıyarak serbest bıraktı onu.

Bülbül, pencereye kondu. Uçmadan önce:

- Beni özgür bıraktın... Çok teşekkür ederim. Ben de buna karşılık sana bir sır söyleyeceğim. Bağının kuzey ucunda, o büyük dut ağacının yanında bir hazine gizli, dedi.

Sonra kanatlanarak gözden kayboldu.

Bağcı, başlangıçta inanmadı kuşun söylediğine. Sonra, içine bir kuşkudur düştü, "belki doğrudur" diyerek kazdı bülbülün sözünü ettiği yeri. Kazdı ki ne görsün... Büyük bir küp, içi dolu altın.

Ertesi gün bülbül yine bağdaydı.

Bağcı, bülbüle:

- Bir şeyi, dedi, çok merak ediyorum.

- Neyi?

- Sen, hazinenin yerini bildin de, tuzağı nasıl fark edemedin?

- Kurduğun tuzak, kaza ve kaderin önüme sürdüğü bir araçtı. Bu gibi durumlarda hikmet gözü kapanır insanın, göremez... Ne kadar gözü açık olsa da farkına varamaz...

Beyaz Kurdela
 
Birgün trenle seyahat eden birisi tesadüfen son derece huzursuz olan genç bir adamın yanına oturmuş. Bir süre sonra, genç adam, uzak bir hapishaneden henüz çıkmış bir mahkum oldugunu açıklamış. Mahkumiyeti ailesine o kadar utanç vermiş ki, ne ziyaretine gelmişler, ne de bir mektup yollamışlar. Ama fakir oldukları için seyahat edemediklerini, cahil oldukları için mektup yazamadıklarını umuyor; her şeye ragmen kendisini affetmiş olmalarını hayal ediyormuş.
Ailesinin işini kolaylaştırmak için, kendilerine mektup yazıp tren kasabanın eteklerindeki çiftliklerinden geçerken bir işaret koymalarını söylemiş. Ailesi kendisini affetmişse, raylara yakın bir elma agacına beyaz bir kurdela baglayacakmış. Eger kendisinin geri dönmesini istemiyorlarsa, hiç birşey yapmayacaklar, o da trende kalıp batıya gidecek, belki de bir serseri olacakmış.
Tren, kasabasına yaklaşırken heyecan o kadar artmış ki, pencereden dışarı bakmaya cesaret edemiyormuş. Kompartıman arkadaşı kendisiyle yer degiştirip onun yerine elma agacına bakacagını söylemiş. Bir dakika sonra elini genç mahkumun koluna koymuş, ''Şuraya bak'' demiş. Göz pınarlarında biriken yaşlarla gözleri parlıyormuş. ''Her şey yolunda, bütün agaç bembeyaz kurdelalarla bezenmiş''.
O anda bir ömrü zehirleyen tüm acılar, adeta birden dagılmış, kaybolmuş.
''Affetmezseniz sevemezsiniz. Sevgisiz hayatta anlamsızdır''

Kırlangıçın Aşkı
 
Günlerden bir gün kırlangıcın biri bir adama aşık olmuş. Ve adamın penceresinin önüne konup adama şöyle demiş:
- Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi açıp beni içeri alda birlikte yaşayalım.
Adam:
- Olmaz alamam... Sen bir kuşsun hiç bir kuş adama aşık olur mu?... demiş.
Kırlangıç tekrar:
- Lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yaşar gideriz. demiş.
Adam yine:
- Olmaz alamam...Git başımdan, diye cevap vermiş.Üçüncü ve son defa kuş adamın penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş:
- Lütfen beni içeri al.. Artık soğuklarda başladı, dışarıda kalamam biliyorsun ben sıcak havalarda yaşayabilirim sadece beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri alda burada kalayım. Birlikte yemek yer omzuna konar seni neşelendirir sana yarenlik ederim. Hem sen de benim gibi yalnızsın, der...
Adam ona:
- Git derhal başımdan!... Ben yalnız kalırım demiş ve kuşu kovmuş...
Kırlangıçta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde uçmuş ve uzaklara gitmiş. Adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş ve kendi kendine "Ben ne aptal , ne kadar akılsız bir adamım, niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim? Ne güzel birlikte kalırdık" demiş ve çok pişman olmuş, pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Kendi kendine nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir bende onu içeri alır birlikte mutlu bir hayat sürerim, demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. Yazın gelmesiyle kırlangıçlar da gelmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş.Yazın sonuna kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama boşuna. Kırlangıç yokmuş. Gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcını gören olmamış. Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak için gitmiş.Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona şöyle demiş:
- Kırlangıçların ömrü 6 aydır.

Bir Yudum Çay, Sevdalar ve Aşk
 
Her gün bir bardak çay içmek için oturdugum o güzel parkta bir hafta önce tanistigim ve çok güzel sohbetler ettigimiz yasli adamla yine birlikte günesli piril piril bir havada, yemyesil çimenler, agaçlar, rengarenk çiçekler ve kus sesleri içinde çaylarimizi yudumlayip sohbet ederken bizi bu güzel ortamin büyüsünden uzaklastiran bir sesle sohbetimiz bölündü.

-''Merhaba baba, nasilsin?''

-''Tesekkürler kizim, sen nasilsin?, bizde sohbet ediyorduk, bak seni arkadasimla tanistirayim...''

Daha sözü bitmeden kiz elini uzatarak o simsicak gülebilen gözleri, tebessüm dolu dudaklari, nese dolu sesiyle
-''Merhaba ben ASLIHAN''

Onu ilk gördügüm anda beynimde simsekler çakmis, gözlerim birer volkan krateri gibi siddetli patlamalarla sarsilmis, bedenimin her zerresi isteri krizine tutulmus gibi titremeye baslamisti, etrafimizi saran güzellikler ve güzel sohbetimiz uçup gitmis, sanki bir çölün ortasinda serap gören biri gibi olmustum, elini sikmak ve selamlamak için ayaga kalkmaya çalistigimda sendeledim, ayakta zor durarak normalde çok akici konusabilen ben kekeleyerek
-''Merhaba ben ADNAN'' diyebildim.

Elini tuttugumda ise bu sözleri elini tutmadan önce söyleyebilmis olduguma sevindim, çünkü vücudunun elektrigi bedenimi sarmis ve ben ben olmaktan çikmistim. Bir rüya görür gibiydim o babasina
-''Bir haftadir evde anlattigin kisi degil mi, hani sohbetini çok sevdigini ve her gün onunla bulusmak istedigin kisi bu degil mi?''

Bana dönerek
-''Sizi kiskanmaya baslamistik, babam hep sizden bahsediyor, ona anlattiklarinizi bize anlatiyor ne güzel sözler buluyorsunuz. Sanki sizi bizden çok seviyor diye düsünmeye hatta kiskanmaya baslamistik.''

Tekrar babasina döndü
-''Bu gün yapacak bir isim yoktu seni görmeye geldim, birazda arkadasini merak ettim bahane ile tanismak istedim...''

Sözler fazla sürmedi kisa bir süre oturduktan sonra müsade isteyip gitti, gitti ama ruhumuda beraberinde götürdü. Ben artik iki kisiyim bedenim her yerde olabilecek ama ruhum hep onunla kalacakti. Neydi beni ona baglayan, düsündüm durdum zaten tüm düsüncelerim onunla dolmustu, onun gülen gözleri, tebessüm eden dudaklari, kivir kivir dalga dalga saçlari, nese dolu sözleri hiç aklimdan çikmiyordu. Onunla birlikte oturmak, ellerini ellerime alip, gözlerinin içine bakarak ona gözlerimle anlatmak istiyordum kalbimdekileri.

Içimi kaplayan heyecan firtinasindan biraz olsun siyrilip gerçek dünyama döndügümde her gün zehir içer gibi yasadigim monoton hayatim beni kahretmeye
baslamisti. O ana kadar geçen günlerim aylarim yillarim heba olmuslardi. Ben insanlari dogar büyür is sahibi olur evlenir çocuklari olur belki torunlari bile olur diye bilirdim. Sevdalari asklari okumustum ama hiç yasamamistim. Asklardan sevdalardan uzak siradan hayatim birden degisti, renklendi, neselendi, galiba ben asik olmustum. Tekrar kendime baktim; hayir olamaz böyle bir seye hakkim yok böyle güzel duygulara kapilmaya, ben evliyim, çocuklarim var, sonra bu kiz bir arkadasimin kizi, duygularimi bilseler bana ne derler, çevremdeki insanlar, akrabalarim, dostlarim neler söylerler, esim çocuklarim ne der diye düsünürken ben ben olmaktan çikmistim. Çok farkli davranislar sergileyen biri olmustum. Bir tarafta hayatimizin gerçekleri, bir tarafta duygularim hislerim kalmisti.

Kararsiz geçen günlerin birinde yine arkadasimla ayni yerde oturmus sohbet ederken bana
-''Sende bir haller var, eskisi gibi degilsin, durgunsun, kelimeler
agzinda dügümleniyor, sanki büyük bir siri yasiyorsun sirlar karli daglarin
tepelerinden atilan bir kartopu gibi her geçen gün büyürler ve içimize sigmaz
olduklarinda patlarlar, anlatacak bir arkadasa ihtiyacin varsa ben seni
dinlemeye hazirim, senin için yapabilecegim bir sey varsa söyle yapayim''dedi.

Birden
-''Kizin'' diyecektim kelime agzimda dügümlendi.

-''Kizma ama bunu kimseye anlatamam içimde bir sir var ve bu sir bir gün benimle birlikte gömülecek.'' dedim.

-''Seni hülyalara daldiran seni kendinden geçiren baska dünyalara götüren
sir gibi bir sirra sahip olmak isterdim'' dedi.

-''Kimi insan vardir kendinden geçmek ve anlatamadiklarini unutmak için içer sarhos olur sizar, kimi insan vardir anlatamadiklarini resim yapar çizer, kimi insan vardir anlatmak istediklerini siir yapar yazar, kimi insan ise zaten kendinden geçmistir düsledigi an sizar, uyandigi an kalemi olmadan siirini kalbine yazar, firçasi olmadan resmini yapar görebildigi her yere..''
-''Sevdalar asklar hayatimiza renk katan, heyecan veren, yasama sevincimizi yücelten ve bize biz oldugumuzu ifade eden en güzel seylerdir. Sende sevdalan, askla saril görebildigin, koklayabildigin, duyabildigin, tadabildigin, temas edebildigin her güzel seye.''

Lafimin arasina girdi ve
-''Nerde o günler benden geçti asklar sevdalar'' dedi.

Konuyu biraz dagitmaliydim sözlerime devam ettim.
-''Önünde duran çay bardagini ince belinden sikica kavra, gözlerini iyice aç ve gör rengini, demini, bununa götür kokla iyice çek nefesini içine tüm hücrelerin duysun o güzel kokuyu, simdi gözlerini kapa ve dudaklarina götür bardagi, dudaklarindaki sicakligi hisset, bir yudum iç ve dilindeki lezzeti düsün, artik söyle çaya güzelligini, söyle onu sevdigini ve dinle yüreginle dinle çayin sana verdigi cevabi, mutlaka duyacaksin çünkü hiç bir sevgi sözü cevapsiz kalmaz kulaklarini aç ve dinle duydugun an bil
ki yasiyorsun sevdalari aski...''


Günler aylar hatta yillar böyle geçti, içimdeki sevda ve ask beni eritiyordu, itiraf edememenin büyüttügü sirrim artik zaptedilmez hale geldi. Simdi ben bir baska sehirde yasiyorum. Fakat hala ruhum onunla birlikte ve bana dönmüyor. Bir zamanlar yaptigim bir hatanin cezasini yillardir çekiyorum ve hala çekmeye devam ediyorum...

Son günlerde bende bir seyler degismeye basladi. Kendimi affetmeyi ögrenmeliyim diyorum. Yillar önce yaptigim o hatadan dolayi kendimi affedip bir sans daha tanimaliyim. Belkide hatada israr etmek yanlisti ve ben bu yanlisla yillarimi geçirdim. Artik kararliyim hatami affedip kendime bir sans daha taniyacagim. Iste o gün içimi dolduran sirrimi disa vurup anlatacagim ve sana haykiracagim '' SENI SEVIYORUM '' diye...
 
 
 
 
 


Sitemize 376875 ziyaretçigirdi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol